CAHİLİYE
TOPLUMUNU
TERKETMEK
İbrahim ve onunla birlikte olanlarda size
güzel bir
örnek vardır. Hani kendi kavimlerine
demişlerdi ki:
"Biz, sizlerden ve Allah'ın dışında
taptıklarınızdan
gerçekten uzağız. Sizi tanımayıp-inkar ettik.
Sizinle aramızda, siz Allah'a bir
olarak iman edinceye
kadar ebedi bir düşmanlık ve bir kin
baş göstermiştir."
-
Mümtehine, 4 –
CAVİT
YALÇIN
İstanbul - Mayıs
1996
Bu çalışmada
kullanılan ayetler, Ali Bulaç'ın hazırladığı
"Kur'an-ı
Kerim'in Türkçe Anlamı" isimli mealden alınmıştır.
VURAL YAYINCILIK
Beyazsaray
Kitapçılar Çarşısı
No. 43 Beyazıt - İstanbul
Tel: (0212) 516 70
80 - 638 21 72
İÇİNDEKİLER
Giriş
Zayıf İmanlı Kişinin Küfür Ortamına Eğilim
Göstermesinin Başlıca Nedenleri
Şeytanın Küfürle Birlikte Olmaya Teşvik
Eden NegatifTelkinleri
Meşru Bir Gerekçe Olmadan Küfür
OrtamındaBulunmanın Zararları Nelerdir?
Meşru Bir Gerekçeyle
Küfür Ortamına GirenMüminin Taşıdığı Özellikler
Mümin Ancak Diğer
Müminlerle Birlikte Olabilir
Mümin Topluluğu
İçinde Yer Alan Ve Farklı İmani Konumlara Sahip Olan İnsan Çeşitleri
GİRİŞ
Kuran’ın Zümer
suresinde, ahirette insanların hesaba çekilmesinden bahsedilirken onların,
cennete ya da cehenneme “gruplar” halinde yollanacakları haber verilir (Zümer
Suresi; 71-73). Bir diğer ayette de mahşer günü, önderleriyle birlikte
hesaba çağrılan “insan grupları”ndan bahsedilir (İsra Suresi; 71).
Yani insanlar ahirette her ne kadar kişisel olarak hesaba çekilseler de genelde
hesabın öncesinde ve sonucunda gruplar halinde bir muameleye tabi tutulurlar.
Herkes kendininkine yakın ve benzer konum ve derecelere sahip kişilerle aynı
grupta yer alır, benzer akıbetlere uğrar. Cennete veya cehenneme girer, benzer
derecelerde ceza veya mükafat görür. Buradan hareketle, insanın dünyada iken
hangi “insan grubu” içinde yer aldığının da son derece önemli bir konu olduğu
ortaya çıkar.
İlk bakışta,
yeryüzünde birbirinden farklı çok sayıda grup varmış gibi görünse de insanlar
gerçekte iki ana gruba ayrılırlar. Bunlar, Allah’a ve ahirete iman eden mümin
topluluğu ile, Allah’ı ve ahireti tanımayan inkarcılar topluluğudur. Allah ve
ahiret inancından yoksun olan ikinci gruba, içinde bulundukları büyük
şuursuzluk ve bilgisizlik nedeniyle, Kurani bir terim olarak “cahiliye toplumu”
adı verilir. Bu toplumun değer yargıları, ahlaki kıstasları Allah’ın koyduğu
hükümlere göre değil, yanlış ve çarpık cahiliye hükümlerine göre belirlenmiştir.
Ahiret günü cennete
sevkedilenler arasında yer alabilmek ancak bu dünyada da müminlerin tarafında
olmakla mümkündür. Bunun ilk aşaması ise insanın içinde bulunduğu cahiliye
toplumunu terketmesidir. Nitekim inkarcılardan “kopup-ayrılmak” Kuran’ın
açık bir emridir: “Onların demelerine karşı sen sabret ve onlardan güzel bir
ayrılma tarzıyla (düşünce ve eylem bakımından köklü bir tutum ile)
kopup-ayrıl.” (Müzzemmil Suresi; 10)
Kuran’daki örnek
müminlerin, en başta da peygamberlerin izlediği yol budur. Örneğin Hz. İbrahim,
inkarcı kavmine şöyle seslenmiştir: “Sizden ve Allah’tan başka
taptıklarınızdan kopup-ayrılıyorum ve Rabbime dua ediyorum. Umulur ki, Rabbime
dua etmekle mutsuz olmayacağım.” (Meryem Suresi; 48)
Bu kopup-ayrılma
fiilî olduğu gibi kalben ve zihinsel olarak da gerçekleştirilmelidir. Fiilî
olarak, insan cahiliye toplumunun üyeleri ile değil, müminlerle birlikte olmak
için özel bir gayret göstermelidir. Bu birinci şarttır. Fakat bunu
yaparken zihinsel ve ruhsal olarak da, cahiliye kültürünün tüm etkileri
yokedilmeli, bilinçaltındaki tüm telkinleri ve kalıntıları temizlenmelidir.
Bunu yapmak hiç de zor bir şey değildir.
Zira normal bir insan zaten görüp tanıyınca doğal olarak imanı küfre tercih
eder; küfrün maddi ve manevi pisliklerinden temizlenmek ister. Çünkü iman;
insan için faydalı olan, insanın ruhuna ve nefsine zevk veren tüm güzellikleri
içinde barındırır. Allah, cennette olduğu gibi dünyada da, müminlere hiç bir
inkarcının ulaşamayacağı maddi-manevi lezzetleri, nimetleri ve güzellikleri,
cennetin bir numunesi olarak sunmuştur, bundan sonra da sunacaktır. Müminler,
cenneteki sonsuz nimeti, büyük ihtişam ve estetiği takdir edebilecek bir
duyarlılığa sahip oldukları gibi, dünyadaki nimetleri de takdir edebilecek
yegane insanlardır.
Buna karşın inkar ise, insanın ruhunu
sıkan, onu ağır baskılar, hırslar, saplantı ve tutkular altında boğan, onu
hayatın güzelliklerinden mahrum kılan bir sistemdir. Müminlerle kıyaslanmasa
da, küfre imtihan maksadıyla verilen bir takım nimetler onun azabını arttırmaktan
başka işe yaramaz. Meşhur bir İslam aliminin benzetmesiyle bu nimetler “zehirli
bal” gibidirler. Daha bu nimetleri tadarken inkarcılar, bunların içindeki
azabın acısını hissetmeye başlarlar. İnkarın ahiretteki azabı daha dünyadayken
peşlerine takılmıştır bile.
Burada önemli bir ilâhi sırra da değinmek
gerekir: imanı sevmek ve onun insana getirdiği maddi ve manevi lezzetlerden
zevk alabilmek, küfürden ise nefret edip onu çirkin görmek, her ne kadar doğal
görünseler de aslında tamamen Allah’ın lûtfu sayesinde kavuşulan nimet ve
meziyetlerdir. Allah bu metafizik durumu bir ayette şöyle bildirir.
... Ancak Allah
size imanı sevdirdi, onu kalplerinizde süsleyip-çekici kıldı ve size inkarı,
fıskı ve isyanı çirkin gösterdi. İşte onlar, doğru yolu bulmuş (irşad)
olanlardır. (Hucurat Suresi; 7)
Buna karşın Allah, bu büyük lütuf ve
ihsanının değerini onlara göstermek için aynı durumun tersini küfür için
yaratmıştır. Bunun sonucunda ise inkarcılar imanın içerdiği güzellikleri
“mucizevi bir biçimde” göremez, aksine cahiliyenin; pis, karanlık, sıkıntı
verici sisteminden zevk alırlar. Teknik ifadeyle, algılarında bir bozukluk
vardır. Bu tesadüfen oluşmuş bir bozukluk değildir; Allah tarafından özel
olarak yaratılmıştır. Allah, küfür sisteminin içerdiği tüm pislikleri ve
kötülükleri, inkarcılar için “süslü” kılmıştır. Kuran bu sırrı şöyle haber verir:
Şimdi Rabbinden apaçık bir belge üzerinde bulunan kimse, kötü ameli
kendisine ‘süslü ve çekici gösterilmiş’ ve kendi heva (istek ve tutku)larına
uyan kimseler gibi midir? (Muhammed Suresi; 14)
Küfrün önde gelenleri
arasında bu süslü ve çekici görme olayı öyle boyutlara varmıştır ki bunu adeta
yaşam felsefesi haline getirmişlerdir. örneğin Masonlar kendi kaynaklarında
pislik ve rezillikten zevk alanları şöyle savunurlar:
“Köpek için kemiğin,
domuz için dışkının çekici bir tadı olmasaydı, onlar bu maddelerle karınlarını
doyurmak isterler miydi? Rezilliklerin her çeşidinden ayrı bir tad alan güçlü
kişileri ayıplamayınız.” (Mason Dergisi, Sayı 29, Sayfa 20)
Görüldüğü gibi, eğer
insan imanın verdiği açık ve berrak ruh haline ulaşamazsa, cahiliyenin karanlık
ve tiksinti verici dünyasını “süslü ve çekici” bulmaya, o dünyaya karşı içinde
bir eğilim hissetmeye başlar. Hayatın her anına müdahale eden, insan zihninin
her noktasını etkisi altına alan cahiliye sistemi, müminlerin arasına yeni
katılmış ya da müminlerin arasında olup da gerçek bir imani olgunluğa
ulaşamamış kimseleri de olumsuz yönde etkileyip onlara zarar verebilir. Zayıf
imana sahip kişi böyle bir yara aldığı takdirde müminlerin elindeki büyük
nimetleri bırakarak, cahiliyedeki basit ve aldatıcı bazı “süs”lere
saplanabilir.
Bilinçaltında
cahiliyeden kalmış bir takım, duygusallık, maceracılık, gösteriş yapma arzusu
gibi nefsani eğilimleri küfrün arasında tatmin etme arayışları da, kişiyi
zamanla inkarcıların arasına iten etkenlerdendir.
Sonuç olarak
yapılması gereken, cahiliye toplumunu tam olarak terketmek, ona hiç bir şekilde
eğilim göstermemek ve bilinçaltındaki cahiliye kırıntılarını köklü olarak
temizlemektir. Bu kitapçık, bu konudaki bazı önemli noktaları Kuran’ın ışığında
ortaya koymak için yazılmıştır.
İlerleyen sayfalarda,
imanı zayıf bir kişinin küfür ortamına nefsani olarak eğilim göstermesinin
altında yatan sebepleri, şeytanın bu konudaki saptırma yöntemlerini, müminlerin
hangi şartlarda küfürle birlikte olabileceği, küfür ortamında bulunmanın
zararları, her türlü şartta müminlerle birlikte olmanın gerekliliği gibi
konuları Kuran ayetleri ile inceleyeceğiz.
Zayıf İmanlı Kişinin
Küfür Ortamına
Eğilim Göstermesinin
Başlıca Nedenleri
Kim imanından sonra Allah’a (karşı) inkâra sapıp da, -kalbi imanla tatmin
bulmuş olduğu halde baskı altında zorlanan hariç- inkâra göğüs açarsa, işte
onların üstünde Allah’tan bir gazab vardır ve büyük azab onlarındır.
Bu, onların dünya hayatını ahirete göre daha sevimli bulmalarından ve
şüphesiz Allah’ın da inkâr eden bir topluluğu hidayete erdirmemesi
nedeniyledir.
Onlar, Allah’ın, kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği
kimselerdir. Gafil olanlar onların ta kendileridir.
Şüphesiz, onlar ahirette ziyana uğrayanlardır. (Nahl Suresi; 106-109)
Müminlerle
birlikteymiş gibi göründüğü halde inkarcıların bulunduğu ortamlara eğilim
gösteren kişiler her devirde, her müslüman topluluğunun arasından çıkmıştır. Bu
tür kimseleri üç gruba ayırabiliriz:
- Mümin olup,
yaşamını da Kuran’a göre düzenlediği halde hata ve gaflet sonucu geçici olarak
bu tür bir eğilim gösteren kimseler;
- İslam diniyle yeni
tanışıp da bilgi eksikliği nedeniyle Kurani yaşam tarzına tam olarak uyum gösterememiş,
eski hayatından henüz gerçek manada kopamamış kimseler;
- Uzunca bir süredir
müminlerle birlikte olduğu halde hayatını ve düşünce yapısını Kurani ölçülere
göre düzenleyememiş, imani derinliği elde edememiş ve nefsinin kontrolünden
çıkmayı başaramamış zayıf iradeli kişiler.
Bunlardan birinci
gruba dahil olanlar, anlık olarak nefslerine uymaları sonucunda böyle bir
hataya düşerler. Ancak uyarıldıktan ve yaptıkları hata kendilerine tarif
edildikten sonra, tevbe edip Allah’tan bağışlanma dilerler. Aynı hatayı tekrarlamaktan da kaçınırlar. İkinci gruptakiler ise İslam’la
yeni tanışmışlardır, ve dolayısıyla henüz eğitim aşamasındadırlar. Bu nedenle,
samimi oldukları takdirde, gerekli dini bilgiyi edindikten sonra bu tür
hataları tekrarlamamaları umulabilir. Ancak içinde bulundukları geçiş aşamasını
bir fırsat olarak görmeye, kendilerine gösterilen esnekliği istismar etmeye
çalışırlarsa, Allah katında son derece kötü bir konuma düşecekleri de kesindir.
Bu gruplar arasında
ahiretleri açısından en tehlikeli konumda olanlar, bu kitapçığın da ana
konusunu oluşturacak olan üçüncü gruptakilerdir. Bunlar o kadar zaman
içerisinde edindikleri onca bilgiye, müminler arasında geçirdikleri uzun süreye
rağmen, hala Kuran’da tanımlanan ihlaslı ve samimi mümin modeline kavuşamamışlardır.
Bu nedenle de şeytanın ve nefslerinin kışkırtmalarına son derece açıktırlar. Ne
yanlarında bulunan müminlerdeki güzel örneklerden istifade eder, ne de kendi
hatalarından ibret alırlar. Çoğunlukla da kendilerinin haklı ve doğru yolda olduklarını
zannedip, düzelmeyi, öğüt almayı gerektirecek bir durumları olmadığını
sanırlar.
Kalplerinde köklü bir
manevi değişiklik yapamadıkları takdirde, bu tür kimselerin müminlerin arasında
fazla barınamayacakları Allah’ın kesin bir kanunudur. Kendi rızalarıyla
müminler arasında kalmak isteseler dahi, Allah buna izin vermeyecektir. Çünkü
bunlar nefslerinin fücurunu korumakta kararlıdırlar, içlerindeki pisliği
temizlemeye yanaşmamaktadırlar. Allah ise kesin olarak pisi temizden
ayıracağını vaadetmiştir:
Allah, murdar olanı, temiz olandan ayırdedinceye kadar müminleri, sizin
kendisi üzerinde bulunduğunuz durumda bırakacak değildir... (Al-i
İmran Suresi; 179)
Üç gruba ayırdığımız bu kişileri küfür
ortamlarına girmeye ve küfürle birlikte olmaya yönelten de işte, nefslerinde
barındırdıkları bu pislikler ve bunlardan kaynaklanan hastalık ve
bozukluklardır. İlerleyen sayfalarda bu hastalıkları ve bozuklukları
inceleyeceğiz.
Algı ve Mantık Bozukluğu:
Küfrün “Süslü ve Çekici” Kılınması
İnsanı müminlerin arasından küfrün çirkin
ortamına girmeye yönelten sebeplerin en önemlisi girişte de bahsettiğimiz “algı
ve mantık bozukluğu”dur. Allah, tam anlamıyla iman eden, kendisine hiçbirşeyi
ortak koşmayan samimi müminleri hem dünyada hem de ahirette rızasına, rahmetine
ve nimetine kavuşturacağını Kuran’ın pek çok yerinde belirtmiştir. Allah’ın bu
vaadine kavuşan resuller yine Kuran’ın birçok yerinde örnek gösterilirler. Hz. Davud, Hz. Süleyman, Hz. Zülkarneyn, Hz. Yusuf, Allah’ın kendilerine
güç, iktidar, mülk ve nimet verdiği bu üstün şahıslardandır:
Andolsun, Davud’a ve Süleyman’a bir ilim verdik: “Bizi inanmış kullarından
birçoğuna göre üstün kılan Allah’a hamdolsun.” dediler. Süleyman, Davud’a
mirasçı oldu ve dedi ki: “Ey insanlar, bize kuşların konuşma-dili öğretildi ve
bize her şeyden (bol bir nimet) verildi. Gerçekten bu, apaçık bir üstünlüktür.”
Süleyman’a cinlerden, insanlardan ve kuşlardan orduları toplandı ve bunlar
bölükler halinde dağıtıldı. (Neml Suresi; 15-17)
Andolsun, biz Davud’a tarafımızdan bir fazl (üstünlük) verdik. “Ey dağlar,
onunla birlikte (Beni tesbih edip) yankıyla ses verin” (dedik) ve kuşlara da
(aynısını emrettik). Ve ona demiri yumuşattık. “Geniş zırhlar yap, (onları)
düzenli bir biçime sok ve hepiniz salih ameller yapın. Gerçekten ben, sizin
yaptıklarınızı görenim” (diye vahyettik). Süleyman için de, sabah gidişi bir
ay, akşam dönüşü bir ay (mesafe) olan rüzgara (boyun eğdirdik); erimiş bakır
madenini ona sel gibi akıttık. Onun eli altında Rabbinin izniyle iş gören bir
kısım cinler vardı. Onlardan kim bizim emrimizden çıkıp-sapacak olsa, ona
çılgın ateşin azabından taddırırdık. Ona dilediği şekilde kaleler, heykeller,
havuz büyüklüğünde çanaklar ve yerinden sökülmeyen kazanlar yaparlardı. “Ey
Davud ailesi, şükrederek çalışın.” Kullarımdan şükredenler azdır. (Sebe Suresi;
10-13)
Gerçekten, biz ona (Zülkarneyn) yeryüzünde sapasağlam bir iktidar verdik ve
ona her şeyden bir yol (sebep) verdik. (Kehf Suresi; 84)
(Zülkarneyn) Dedi ki: “Rabbimin beni kendisinde sağlam bir iktidarla
yerleşik kıldığı (güç, nimet ve imkan), daha hayırlıdır....” (Kehf Suresi; 95)
İşte böylece biz yeryüzünde Yusuf’a güç ve imkan (iktidar) verdik. Öyle ki,
orada dilediği yerde konakladı. Biz kime dilersek rahmetimizi nasib ederiz ve
iyilik yapanların ecrini kayba uğratmayız. Ahiretin karşılığı ise, iman edenler
ve takvada bulunanlar için daha hayırlıdır. (Yusuf Suresi; 56,57)
Aynı şekilde, Hz.
Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa gibi birçok peygamber de kavimlerinin inkar
edenleriyle bir süre mücadele ettikten sonra kendilerine tâbi olan salih
müminlerle birlikte onlara üstün gelmişler, onların ardından yeryüzüne mirasçı
olmuşlardır.
Allah böylece, önceki
nesillerden örnekler verirken bugün yeryüzünde yaşayan salih müminleri de
müjdelemektedir. Samimi ve ihlaslı müminler de Allah’ın bu vaadinin
gerçekleşmekte olduğuna bizzat yaşayıp şahitlik etmektedirler. Bir yandan da
Allah’ın sınırsız rahmetini daha da yayıp genişletmesini ummaktadırlar. İşte
gerçekten iman etmiş halis müminler için Allah’ın yeryüzündeki kanunu budur,
ahirette ise kendilerini çok daha üstün, hayırlı ve süreklisi beklemektedir.
De ki: “Allah’ın kulları için çıkardığı ziyneti ve temiz rızıkları kim
haram kılmıştır?” De ki: “Bunlar, dünya hayatında iman edenler içindir, kıyamet
günü ise yalnızca onlarındır.” Bilen bir topluluk için ayetleri böyle birer
birer açıklarız. (Araf Suresi; 32)
Sonuç olarak Allah
kendi yoluna ve rızasına uyan müminlere dünyada sahip olunabilecek her türlü
mal, mülk ve nimeti vermiştir; bunu artıracağını da vaadetmiştir. Bunlar
inkarcıların sahip olduklarından çok daha kaliteli, çok daha temiz, güzel,
estetik ve zevk vericidir. Çünkü müminler her zaman seçici oldukları için, her
şeyin en temizine, en iyisine sahip olma anlayışındadırlar.
Hal böyleyken bir
kişinin, müminlere verilen bunca nimet ve bolluğa, rahmet ve berekete,
seçkinlik ve üstünlüğe, yaşayarak şahit olduğu halde, küfrün tiksinti verici
ortamlarına özenmesi, onların arasına girerek nefsine bir takım ucuz tatmin
yolları araması onun iman boyutundan çok daha başka bir boyutta olduğunun
göstergesidir. Böyle bir kişinin aklının tamamen örtüldüğü, iyiyi kötüden,
doğruyu yanlıştan, güzeli çirkinden ayırdedemeyen, bütün algıları bozulmuş,
şuuru kapanmış birisi haline dönüştüğü ortadadır. Zira küfrün bütün o olumsuz
özelliklerine, Allah’ın nezdindeki durumuna rağmen, küfürde hala süslü, çekici,
cazip bir yön bulması, şeytanın yandaşları olan inkarcıları kendisine yakın
görmesi ve onlarla birlikte bulunmaktan bir rahatsızlık duymaması şaşırıp
sapmışlığının açık bir göstergesidir:
Kötü olarak işledikleri kendisine çekici-süslü kılınıp da onu güzel gören
mi (Allah katında kabul görecek)? Artık şüphesiz Allah, dilediğini saptırır,
dilediğini hidayete eriştirir. Öyleyse, onlara karşı nefsin hasretlere kapılıp
gitmesin. Gerçekten Allah, yaptıklarını bilendir. (Fatır Suresi, 8)
Bu korkunç durum
kişiye ya daha sonradan musallat olur:
Bu, onların iman etmeleri sonra inkar etmeleri dolayısıyla böyledir.
Böylece kalplerinin üzerini mühürlemiştir, artık onlar kavrayamazlar. (Münafikun
Suresi; 3)
... ya da başından
beri kalbinde gizleyip bir müddet mümin taklidi yaptıktan sonra açığa çıkıp
gözler önüne serilir:
Size geldiklerinde: “İnandık” derler. Oysa onlar inkarla girmişlerdir ve
yine onunla çıkmışlardır. Allah, gizli tutmakta olduklarını daha iyi bilir.
(Maide Suresi; 61)
Ancak sonuç olarak
her ikisinin de vardığı nokta aynıdır. Bu tür insanlara mühlet tanınması ve
bunların bir süre müminlerin arasında tutunabilmeleri de elbette birçok ilahi
hikmeti içinde barındırmaktadır. Bu hikmetlerden birkaçını kısaca sayabiliriz:
- Müminlerin bu
durumdan ibret alıp Allah’ın azap ve saptırmasından kimsenin garantide
olmadığını görerek benzer bir duruma düşmekten şiddetle kaçınmaları.
Dolayısıyla Allah’tan olabildiğince korkup sakınmaları;
- Kendilerine imanı
sevdirip küfrü çirkin gösteren Allah’a hamd ve şükürlerini arttırmaları;
- Hz. Süleyman’ın
şeytanları dinin menfaatine kullanması gibi, Allah’ın, münafık karakterli bu
kişileri de belli bir süre İslam’ın ve müminlerin yararına hizmet ettirmesi;
- Münafıkların bu
şaşkınlık ve sapkınlıklarına müminlerin, şahit olmaları, münafıkların da
böylece ahirette öne sürebilecek hiçbir haklı gerekçe ve mazeretlerinin
kalmaması.
Cahiliyeden
Bilinçaltında Kalmış Çeşitli
İstek ve
Komplekslerini Tatmin Etme Arayışı
Cahiliyeden geldikten
sonra geçmiş hayatını kökünden silip, “binasının temelini Allah korkusu ve
hoşnutluğu üzerine” kuramamış bir insan, bilinçaltında hala cahiliyeye ait bazı
karakter özellikleri ve eğilimler taşır. Bu insan, aslında cahiliye toplumunun
putlarını kalbinden bütünüyle söküp atamamış, yalnızca bunların üstünü
örtmüştür. Dolayısıyla, sözkonusu putların rağbet gördüğü cahiliye ortamına
karşı içten içe bir özlem duyar. Çünkü bu putlarını tatmin edebileceği yegane
ortam bu küfür ortamıdır. Bu ortamın ürünü olan; gece hayatı, romantizm, flört
psikolojisi, maceracılık, kabadayılık ruhu gibi psikolojiler, güzellik ve
zenginliğiyle övünme, gösteriş yapma gibi ilkel zevkler, uygun ortamı bulunca
tekrar su üstüne çıkarlar.
Bu tür bir insan,
bilinçaltında taşıdığı bu cahiliye karakterini zaman zaman bilinçüstüne çıkarıp
bunu uygulayabileceği uygun ortamlar kollar. Bu ortamların müminlerin bulunduğu
ortamlar olamayacağı açıktır. Geriye kalan ise küfür ortamından başkası
değildir. Özellikle imanla yeni tanışmış kimselerin bir kısmının
bilinçaltlarında cahiliye döneminden taşımış olabilecekleri özellikleri,
başlıklar altında inceleyebiliriz.
- Kendindeki bazı
özelliklerden ötürü övünme, gösteriş yapma, insanlardan ilgi görme arzusu
Eski
hayatlarında sahip oldukları bir takım maddi ve fiziksel özelliklerinden dolayı
çevresindekilerin ilgi ve iltifatlarına alışık olan kimseler İslam’la
tanıştıktan sonra, kimi zaman, müminlerden de bu ilgi ve iltifatları
bekleyebilirler. Ancak, kendilerindeki bu—güzellik, yakışıklılık, popülerlik,
zenginlik, sosyal statü, makam-mevki, vb. gibi—özelliklerden dolayı dışarıda
gördükleri ilgi, iltifat ve hayranlığı müminlerin arasında aynı anlamda
göremezler. Müminlerin övgü ve iltifatları şahsın kendisine değil, onda tecelli
eden bu özelliklerin gerçek sahibine, yani Allah’a olacaktır. Kuran’a göre,
“... Allah, hiç bir şeye ihtiyacı olmayandır, övülmeye layık olandır” (Bakara,
267). Dolayısıyla ne müminlerin, ne de İslam’ın kimsenin güzelliğine,
zenginliğine, zekasına, kariyerine ya da sosyal konumuna ihtiyacı yoktur.
Müminler, insanları bu tür özelliklerine göre değil, takvalarına göre
değerlendirirler. İnsanların değil ancak Allah’ın rızasını gözetmekle
emrolunmuşlardır.
İnsanın övünmek,
gösteriş yapmak için mutlaka belirgin fiziksel, maddi ya da sosyal özelliklere
sahip olması da gerekmez. Her insanın nefsinde, herhangi bir konuda insanlara
karşı hava atma, gösteriş yapma, övünme eğilimi potansiyel olarak mevcuttur.
Nefsin fücurları arasında yer alan bu “övünme” duygusunu Allah, dünya hayatının
ahirete bakmayan boş, aldatıcı, oyalayıcı, göz boyayıcı yüzünün özellikleri
arasında sayar:
Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, ‘(eğlence türünden) tutkulu bir
oyalama’, bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve
çocuklarda bir ‘çoğalma-tutkusu’dur... (Hadid Suresi; 20)
Müminlerin
arasında Kurani bilgi ve terbiyeyi aldıktan ve nefsini tanıdıktan sonra, samimi
bir mümin, övgü peşinde koşmanın gerçekte ne kadar basit ve küçük düşürücü,
Allah katında ne kadar utanç verici olduğunu anlar ve bakış açısını ona göre
düzeltir. İmanı kalbine tam olarak yerleştirememiş bir kişi ise, terkedemediği
o eski cahiliye kafasıyla, nefsindeki övülme ve yüceltilme isteğini tatmin etme
yolları arar. Bunun için küfrün arasına karışabileceği fırsatlar kollar. Bu
şekilde gururunun okşanmasını, gerçekte Allah’a ait olan, fakat imani eksikliği
sebebiyle kendisine malettiği özelliklerinden ötürü nefsinin yüceltilmesini
ister. Dışarıda, “üzerine giydiğin çok yakışmış”, “çok yakışıklısın”, “çok
güzelsin” şeklinde iltifatlarla karşılaştığında nefsi bundan büyük bir haz
duyar, gururu okşanır. Müminlerin sevgi ve ilgisi ise insanların takvası ve
Allah’a olan yakınlığı ile doğru orantılı olduğundan, bu ilgi ve sevgi onun
nefsini tatmin etmeye yetmez.
Böyle bir kişi,
nefsindeki gösteriş yapma, avami dille, “hava atma”, “trip atma” gibi ilkel
cahiliye duygularını müminler arasında yaşatmaya çalışırsa, ne kadar komik ve
acınacak hale düşeceğini bilir. Bu nedenle, bu hislerini yaşatabileceği en
uygun ortam olarak küfür ortamını görür. Cahiliyeden kalma bu eğilimlerini
tatmin edebilmek için nefsi onu küfür ortamlarına iter. Allah’ın din yolunda
sarfetmesi için kendisine emanet ettiği mal, mülk, imkan ve serveti müminlerin
arasında nefsani amaçlarla kullanamayacağının farkındadır. Bu yüzden, bu
imkanları eline geçirdiğinde vaktinin büyük bir bölümünü küfrün arasında
geçirmeye çalışır. Oysa, yalnızca Allah’ın emanetleri olan bu imkan ve
nimetlerle küfrün arasında nefsini yüceltmeye çalışması, bunları heva ve hevesi
doğrultusunda kullanması ruhuna sıkıntı vermekten ve günahını artırmaktan başka
bir işe yaramaz.
Biraz etraflıca
düşünüldüğünde bu ruh halinin, küfrün övgü ve iltifatlarından hoşnut olmak, ona
değer vermek, onu ciddiye almak anlamına geldiği kolayca görülür. Oysa,
Kuran’da, küfre sapanlar hakkında “kalpleri vardır bununla
kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla
işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar
gafil olanlardır." (Araf Suresi; 179) hükmü zaten verilmiştir. Bu
durumda, ayette bu kadar açık bir şekilde tarif edilen inkarcıların ilgi ve
iltifatlarına değer vermek onları önemsemek çok yanlış, aynı zamanda da küçük
düşürücü bir tavır olacaktır. Zira küfrün mümine iltifat etmesi, bir köpeğin
ona yaltaklanmasından, yaranmaya çalışmasından daha kıymetli bir olay değildir.
Hatta üstteki ayetin belirttiğine göre daha da değersizdir.
İnsan, gösteriş
yaparken etrafındaki inkarcıların kendisini görüp takdir ettiklerini zanneder.
Oysa bu şekilde yalnızca kendisini kandırır. Çünkü etrafında dolaşan insanların
hangilerinin, “Onların yürüyecek ayakları var mı? Ya da tutacakları elleri
mi var? Veya görecek gözleri mi var? Yoksa işitecek kulakları mı var... ...
Onları sana bakar (gibi) görürsün, oysa onlar görmezler bile" (Araf
Suresi; 195,198) ayetlerinde tarif edilen, insan şeklindeki ruhsuz et ve
kemik görüntülerinden olup olmadığını bilemez.
- Tatilci ve
maceracı ruhu sürdürme
İmanı tam olarak kalbine
yerleştirememiş olanların bazıları da, cahiliyeden taşıdığı tatilci ve maceracı
ruhu yaşatabilmek, heyecan ve yenilik aramak için küfrün arasına karışmaya
fırsat kollar. Bu tip kimseler huzursuz, fırtınalı bir ruh haline sahip
olduklarından, müminlerle rahatça biraraya gelebilecekleri ortamlarda daralıp
rahatsız olurlar. Her fırsatta bir bahane bularak kendilerini dışarı atarlar.
Cahiliyenin, Cumartesi şuraya gidilir, Pazar günü şöyle yapılır gibi klasik
haftasonu ya da tatil sendromları da bu zihniyetin bir parçasını oluşturur.
Bu psikolojiye giren
insan, kendisini, yaz geldiğinde tatile gitmek ya da hafta sonu olduğunda
eğlence yerlerine sürüklemek yönünde şartlamıştır. Bunu büyük bir hedef haline
getirir ve bu hedefe ulaşmadıkça da rahatlayamayacağını düşünür. Oysa gerçek
bir müminin böyle zaafları yoktur. Çünkü onun için en büyük hedef, Allah’ın
rızasını kazanmak, O’na yaklaşmak, O’na kul olmanın lezzetini yaşamaktır.
Dünyevi zevkler, yalnızca Allah’tan gelen birer nimettir. Allah dilerse bunları
verir, dilerse geri tutar. Müminin bundan dolayı sıkıntı duyması, strese
girmesi yakışık almaz. Kalbi, dünyevi maceraların, basit kaçamakların, küçük
zevklerin heyecanı ile değil, Allah’ın zikrinin, O’nu bilmenin heyecanı ile
doludur. O, olabilecek en büyük nimeti, Allah’ın rızasını kazanmaktadır,
dolayısıyla en büyük huzura ve tatmine ulaşmaktadır. Allah, kitabında
müminlerin bu vasfını şöyle bildirir:
Bunlar, iman edenler ve kalpleri Allah’ın zikriyle mutmain olanlardır.
Haberiniz olsun; kalbler yalnızca Allah’ın zikriyle mutmain olur. (Rad Suresi, 28)
- Kabadayılık ruhunu
yaşatma çabası
İmanı kalbine
yerleştirememiş olan kişi, müminler arasında asla kabul görmeyecek olan
delikanlılık ruhunu da ancak küfür arasında yaşatabileceğine, bu ruhu küfürle
birlikte paylaşabileceğine kanaat getirir ve küfrün bulunduğu ortamlara
meyleder. Geçmiş hayatından üzerinde kalan ve müminlerin arasında onay
görmeyeceğini bildiği; kavgacılık, saldırganlık, alaycılık, şiddetten zevk alma
gibi ilkel, yabani içgüdülerini bu ortamda tatmin etmeye çalışır. Futbol
maçlarına giderek fanatik ve saldırgan tavırlar sergilemek, bağırıp çağırıp
kavga çıkarmak, kargaşa ortamlarından hoşlanmak bunun en yaygın
örneklerindendir.
Etrafımızdaki
cahiliye toplumunu gözlemlediğimizde, bu saldırgan, küstah, vahşi, kaba insan
modelinin farklı türlerini rahatlıkla görebiliriz. Kuran da bu insan modelini ,
“yemin edip duran, aşağılık... hayrı engelleyip sürdüren, saldırgan,
olabildiğince günahkar, zorba-saygısız, sonra da kulağı kesik...” (Kalem Suresi,
10-13) ifadeleriyle tarif eder. Böyle bir karakter yapısını koruyan bir
insan, kendisine ne kadar “müslüman” derse desin, sonuçta cahiliye toplumunun
bir parçasıdır. Müslümanlığı da, müslümanlığıyla övünmesi de, takım tutma,
taraftarlık zihniyetinin bir uzantısından başka birşey değildir. Bu nedenle,
müminlerle değil, inkarcılarla, kendisiyle aynı ruhu paylaşanlarla birlikte
olmaya eğilim göstermesi son derece normaldir.
Buraya kadar maddeler
halinde sıraladığımız nefsani eğilimlerin kaynağı, konunun başında da
vurguladığımız gibi, insanın iman etmeden önce sahip olduğu ve tam anlamıyla
yokedemediği cahiliye kırıntılarının tekrar su yüzüne çıkmasıdır. Böyle bir
duruma düşmemek için nefste cahiliyeden kalan bütün küfür ve şirk tohumlarının
kökünden temizlenmesi, sökülüp atılması gereklidir. Allah Kuran’da, insanları
denemek için nefse fücurunu ilham ettiğini bildirmiştir. O halde nefste
yaratılıştan bir takım pisliklerin bulunması doğaldır. Önemli olan kararlı bir
mücadeleyle nefsi bu pisliklerden temizleyip arındırarak Allah’ın sınırlarına
mutlak bir bağlılık göstermektir. Aksi takdirde, “Asla, hayır; onların
kazandıkları, kalpleri üzerinde pas tutmuştur. Hayır; gerçekten onlar,
Rablerinden perdelenerek-yoksun tutulmuşlardır. Sonra onlar, kuşkusuz cehenneme
yollanacaklardır” (Mutaffifin Suresi; 14-16) ayetlerinde belirlenen
kişilerden olmak hiç de uzak bir durum değildir.
Bu pislikleri
kökünden temizlemeden geçici yöntemlerle örterek bilinçaltına sıkıştırmak,
bunları görmezlikten gelmek ya da dışa vuran belirtilerini gidermeye çalışmak
asla kesin bir çözüm değildir. Çünkü bilinçaltına, kalbin derinliklerine
gömülen bu pislikler zamanla birikip eninde sonunda patlama şeklinde dışarı
taşacaktır. İnsan bunları gizlemeye çalışmakla yalnızca kendini aldatır, çünkü
“Şüphesiz Allah, sinelerin özünde saklı duranı bilendir”. (Ali İmran Suresi,
119) Ve Allah “sinelerin özünde saklı duran” bu pislikleri mutlaka ortaya
çıkaracaktır. Bunların ahirette ortaya çıkması ise insan için en korkunç
olanıdır. Bir
ayette bu olay şöyle tarif edilir:
Yine de bilmeyecek mi? Kabirlerde olanların ‘deşilip dışa atıldığı,’
Göğüslerde olanların derlenip bir araya getirileceği zamanı? Şüphesiz, o gün
Rableri, kendilerinden gerçekten haberdardır. (Adiyat Suresi; 9-11)
Buraya kadar saydığımız
türden kişiler, Kuran’da tarif edilen “kesin bilgiyle iman etmiş” mümin
modelinden oldukça uzak bir yapı gösterirler. Bunların imanı da, müminlere
sempati duyma, onları kalben destekleme, İslam’ı güzel bir ahlak sistemi olarak
görme şeklindedir. Bu insanlar, her ne kadar kendilerini mümin olarak
tanımlamak isteseler de gerçek müminler gibi imani derinliği tam olarak elde
edememişlerdir. Allah’la yakınlığı gerektiği gibi kuramamış ve yüzeysel
boyuttan henüz çıkamamış oldukları için, “mümin” değil, ancak belki “müminliğe
geçiş aşamasında” sayılabilirler. Kuran bu insanların durumunu şöyle açıklar:
Bedeviler, dedi ki: “İman ettik.” De ki: “Siz iman etmediniz; ancak “İslam
(müslüman veya teslim) olduk deyin. İman henüz kalplerinize girmiş değildir.
Eğer Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hiç bir şeyi
eksiltmez. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.” (Hucurat
Suresi; 14)
Ancak bu geçiş
aşamasının mutlaka bir sonuca varacağının, sürekli bu halde kalınamayacağının
da iyi bilinmesi gerekir. Ayrıca bu aşamanın uzaması, kişinin herhangi bir
gelişme göstermemesi, halinden memnun olması da aslında bir bakıma bir
sonuçtur. Çünkü bu durum, kişinin artık yolunu seçtiğinin ve bu yoldan memnun
olduğunun göstergesidir. Bu yolun da Allah’ın gösterdiği yol, müminlerin yolu
olmadığı açıktır.
Bütün bunlara karşın,
samimi, içi dışı bir, nefsini tanıyan, Allah’a ve Resulü’ne karşı itaatli ve
teslimiyetli olan salih bir müminin bilinçaltı diye bir problemi yoktur. O, bu
tür zaaflarını kontrol altına almış, içindeki cahiliye kırıntılarını
temizlemiş, geriye dönüş gemilerini yakmış, problemlerini halletmiş olan ya da
bu yönde kararlı bir gayret gösteren insandır. Kendi kafalarına göre bir mümin
modeli oluşturanların, aşağıdaki ayetlerde açık ve net olarak tarif edilenin
dışında bir mümin modeli olmadığını iyi bilmeleri gerekmektedir:
Mü’min olanlar, ancak o kimselerdir ki, onlar, Allah’a ve Resûlü’ne iman
ettiler, sonra hiç bir kuşkuya kapılmadan Allah yolunda mallarıyla ve
canlarıyla cihad ettiler. İşte onlar, sadık (doğru) olanların ta kendileridir.
(Hucurat Suresi; 15)
Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir.
O’nun ayetleri okunduğunda imanlarını arttırır ve yalnızca Rablerine tevekkül
ederler. Onlar, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak
verdiklerimizden infak ederler. İşte gerçek mü’minler bunlardır. Rableri
katında onlar için dereceler, bağışlanma ve üstün bir rızık vardır. (Enfal
Suresi; 2-4)
Allah’ın, imtihan
sırrının bir parçası olarak, dünyadaki küfür ortamında da nefsin hoşuna
gidebilecek bazı çekici özellikler yaratması
Allah müminleri,
yarattığı güzelliklerden, zenginlikten, bolluktan, ihtişamdan zevk alacak bir
biçimde yaratmıştır. Bu güzelliklerden, bu nimetlerden zevk almak, estetik ve
kalite duygularına sahip olmak gerçekte bir mümin göstergesidir. Nitekim cennet
de müminlerin bu yapılarına uygun, bu zevk ve ihtiyaçlarına hitab edecek bir
üstünlük ve mükemmellikte yaratılmıştır: “Her nereye baksan, bir nimet ve
büyük bir mülk görürsün.” (İnsan Suresi; 20)
İman edenler, dünyada
da cennetin bir numunesi şeklinde olan bu güzellikleri ve nimetleri arar,
onlardan—Allah’ın sınırları dahilinde—en üst düzeyde istifade edip zevk
alırlar.
Dünya hayatının
çeşitli güzelliklerinin insanlar için çekici kılındığı Kuran’da da belirtilir.
Bu konuyla ilgili ayetlerden birisi şöyledir:
Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel
atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara ‘süslü ve
çekici’ kılındı. Bunlar, dünya hayatının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer
Allah katında olandır. (Al-i İmran Suresi; 14)
Ayette sayılan nimetlere, müminlerin veya
küfrün sahip olması, bunların nefse çekici gelmesi açısından bir değişiklik
yapmaz. Bir müminin bu güzelliklere rastladığında bunlardan hoşlanması
doğaldır. Bu özellikler ve imkanlar müminlerde olduğu gibi, aynı şekilde
inkarcıların elinde de bulunabilir.
Ancak, nefsin bunlardan hoşlanmasının
doğal ve meşru olması, Allah’ın Kuran’da çizdiği sınırları aşmayı asla meşru
kılmaz. Küfürle birlikte olmayı istemek ise, Allah’ın sınırlarını aşmak
anlamına gelir. Bu nedenle, mümin, bir ortamdaki teknik güzelliklerden hoşlansa
bile, bu ortam küfrün hakim olduğu bir ortamsa, oradan uzak durur.
Bir ortamda bulunan çeşitli zevkleri
tadabilmek amacıyla küfürle birarada olmak istemenin Kuran’a göre hiçbir
geçerli tarafı yoktur. Sonuçta, üstteki ayette dendiği gibi, tüm bunlar
yalnızca dünya hayatının metaıdır ve asıl varılacak güzel yer olan cennet,
Allah katındadır. Mümin, herşeyden önce cenneti ve daha da ötesi Allah’ın
rızasını kazanmak istediği için, gerektiğinde “dünyanın geçici metaı”ndan uzak
durmayı da bilir.
Ayrıca, unutulmaması gereken bir diğer
nokta, bu tür nimetlerden alınan zevkin yalnızca Allah’ın bazı sıfatlarının bir
yansıması olan estetik, güzellik ve kalite kavramlarından kaynaklandığıdır.
Yoksa hoşa giden şey, bunlara sahip olan, bu mekanları hazırlayan inkarcıların
bizzat kendileri değildir.
Burada çok ince bir sınır vardır. Burası
dünya ortamı olduğu için cennete ve cehenneme ait birçok özellik ve kavram
yanyana hatta kimi zaman içiçe bulunmaktadır. Örneğin, cennet gibi göz
kamaştırıcı bir ortamda, cennet giysilerini andıran süslü ve gösterişli
elbiseleri üzerinde taşıyan kimseler, çoğu zaman, Allah’ın Kuran’da pislik
olarak nitelendirdiği, cehennem ehli inkarcılar olabilmektedir. Yalnızca dış
görünümünü güzelleştirip, iç dünyasını pisliğe batıran insanlarla beraber olmak
ise, samimi bir müminin ruhunu karartır, kalbine sıkıntı ve kasvet verir.
İşte, gerçek bir mümin böyle bir ortamı
değerlendirirken güzellikle pisliği birbiriden çok iyi ayırdeder ve küfre bu
güzellikten ve zenginlikten en ufak bir pay ayırmaz. Bu iki zıt tarafı
birbirine karıştıran kişi ise, zamanla bizzat küfrün kendisinden hoşlanma,
onlarla birlikte olmaktan zevk alma, onlara karşı bilinçaltında sevgi besleme,
hayran olup özenme gibi sapkın bir boyutun içine yuvarlanır.
İnkarcılardaki ve küfür ortamındaki bazı
özelliklerden
dolayı onlara özenme ve hayranlık duyma
İnsanı küfür
ortamının içine iten unsurlardan birisi de küfrün zenginlik, güzellik, mevki,
şöhret, itibar, karizma gibi bazı özelliklerinden etkilenmektir. Gece hayatı,
sosyete, eğlence dünyası gibi kavramların medya kanalı ile, insanlara
olduğundan çok daha süslü gösterilmesi de nefsin bu zaaflarını fazlasıyla
körükler.
Az önce de
vurgulamıştık; nefsin güzellikten, zenginlikten, ihtişamdan zevk alması ile,
nefsin bu güzellik ve zenginliğe sahip olan inkarcılara karşı hayranlık
beslemesi, onlardan etkilenmesi, ilk bakışta birbirlerine benzer görünseler de,
son derece farklı iki şeydir! İlki, her ne kadar küfür ortamına girmek için bir
gerekçe oluşturmasa da, meşru bir durumdur. Oysa ikinci durum, böyle bir
kişinin ya hiç imanı olmadığını ya da imanının son derece yüzeysel ve zayıf
olduğunu, olayları son derece “zahiri” (yüzeysel) bir bakış açısıyla
değerlendirdiğini gösterir. Bu dünyada her neye sahip olursa olsun ahirette
“çılgınca yanan ateşin arkadaşı” olacak inkarcılara özenen bir kişinin, ahirete
iman yönünde problemleri olduğu, ahireti kendisinden oldukça uzak gördüğü
açıktır.
Halbuki gerçek bir
mümin için küfre, ondaki herhangi bir özellikten dolayı hayranlık duymak, ondan
etkilenmek gibi bir durum söz konusu değildir. Mümin bilir ki; küfrün elindeki
bir takım imkanlar, onları denemek için Allah tarafından kasıtlı olarak
yaratılmıştır. Küfrün kendisinde ise gerçekte özenilecek hiçbir şey yoktur.
Küfürden yalnızca ibret alınır. Allah, bazı imkan ve nimetleri, inkarcılara,
yalnızca onların azgınlıklarının ve azaplarının artması için vermektedir ve
onların ahiretten de hiçbir nasipleri yoktur. Kuran, müminin inkarcılara karşı
hiç bir imrenme, özenme duygusu hissetmemesi gerektiğini sık sık vurgular:
Şu halde onların malları ve çocukları seni imrendirmesin; Allah bunlarla
ancak onları dünya hayatında azablandırmak ve canlarının inkar içindeyken
zorlukla çıkmasını ister. (Tevbe Suresi; 55)
Sakın onlardan bazılarını yararlandırdığımız şeylere gözünü dikme, onlara
karşı hüzne kapılma, mü’minler için de (şefkat) kanatlarını ger. (Hicr Suresi;
88)
Onlardan bazı gruplara, kendilerini denemek için yararlandırdığımız dünya
hayatının süsüne gözünü dikme. Senin Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha
süreklidir. (Taha Suresi; 131)
İnkar edenlerin ülke ülke dönüp-dolaşmaları seni aldatmasın. Az bir
yarardır. Sonra bunların barınma yerleri cehennemdir. Ne kötü bir yataktır o!
(Al-i İmran Suresi; 196,197)
... Öyleyse,
onlara karşı nefsin hasretlere kapılıp gitmesin. Gerçekten Allah, yaptıklarını
bilendir. (Fatır Suresi; 8)
Mümin, küfrün bir kısmında bulunan süslü,
cazip, çekici görüntülerin rastgele, tesadüfen, amaçsız olarak yaratılmadığını
bilir. Bilir ki izzet ve şeref yalnızca Allah’ındır. Bütün güzellikler,
zenginlikler, varolan herşey tamamen Allah’a aittir; Allah’ın Gani ve Cemal
sıfatlarının tecellileridir. Bu yüzden küfürde bir güç ve üstünlük görmek ve
bundan dolayı küfre yakınlaşmaya çalışmak, müminlerin değil, ancak mümin
taklidi yapan münafıkların bir özelliğidir. Nitekim Kuran münafıklardan söz ederken şöyle der:
Onlar müminleri bırakıp kafirleri dost edinirler, kuvvet ve onuru onların
yanında mı arıyorlar? Şüphesiz bütün kuvvet ve onur Allah’ındır. (Nisa
Suresi;139)
Bir takım
duygusal ve romantik
sebeplerden ötürü
küfre karşı sevgi besleme
Bu konuyu incelemeden
önce sevgi kavramına açıklık getirmekte fayda var.
Sevginin aslında iki
farklı türü vardır. Birincisi müminlere has olan bir sevgidir. Kuran,
bunu, “iman edenler ve salih amellerde bulunanlar ise, Rahman (olan Allah),
onlar için bir sevgi kılacaktır” (Meryem Suresi; 96) ayetiyle açıklar. Bu
sevgi, temelde Allah sevgisidir. Mümin, kendisini yaratan ve sonsuz nimetler
veren Allah’ı herşeyden daha çok sever. Bu sevginin dışa yansıması ise, Allah
sevgisinden kaynaklanan ve Allah’ın sevdiği, kendisinden hoşnut olduğu
kimselere karşı duyulan sevgidir. Bu kimseler de, başta Allah’ın elçisi olmak
üzere yalnızca müminlerdir. Müminlere karşı duyulan bu sevginin kaynağı,
onların Allah’ın dostu ve sevdikleri olmaları, Allah’ın da onları sevmesi ve
sayısız sıfatlarıyla en yoğun olarak onların üzerinde tecelli etmesidir. Yoksa
bir mümine karşı bile, ona Allah’tan bağımsız bir varlık gözüyle bakıp müstakil
bir şahsiyet vererek sevgi beslenemez.
Sevginin ikinci türü, müşriklere ve
inkarcılara özgüdür. Bu, Allah’la hiçbir bağlantı kurulmadan, doğrudan nefsinin
bencil duygularını tatmin etmek amacıyla kalpte beslenen ve duygusal bağlılık
şeklinde gelişen bir sevgi çeşididir. Allah’tan bağımsız bir şekilde, içinde
Allah’ın rızası, mümin özellikleri kıstas alınmadan kurulan böyle bir duygusal
bağlılığın, Allah’tan başka bir ilah edinmek anlamına geldiği ise Kuran’da
açıkça belirtilmiştir:
İnsanlar içinde,
Allah’tan başkasını ‘eş ve ortak’ tutanlar vardır ki, onlar (bunları), Allah’ı
sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah’a olan sevgileri daha güçlüdür. O
zulmedenler, azaba uğrayacakları zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle
Allah’ın olduğunu ve Allah’ın vereceği azabın gerçekten şiddetli olduğunu bir
bilselerdi. (Bakara Suresi; 165)
(İbrahim) Dedi ki:
“Siz gerçekten, Allah’ı bırakıp dünya hayatında aranızda bir sevgi-bağı olarak
putları (ilahlar) edindiniz. Sonra kıyamet günü, kiminiz kiminizi inkar
edip-tanımayacak ve kiminiz kiminize lanet edeceksiniz. Sizin barınma yeriniz
ateştir ve hiç bir yardımcınız yoktur.” (Ankebut Suresi; 25)
Bu sevginin yöneltildiği kimseler
genellikle kişinin ailesi, yakın akrabaları, eski arkadaşları, sır dostları,
sevgilisi gibi kişilerdir. Bu, kesinlikle imani bir temeli olmayan, yalnızca
nefsin içindeki romantizm eğilimlerini tatmin etmeyi hedefleyen bir sevgi
türüdür. Yukardaki ayetlerde de tarif edildiği gibi, cahiliye toplumundaki
sevgi anlayışı tamamen bu şekildedir.
Bir insan cahiliye toplumunu terkedip,
iman ettiği anda, bu sevgi anlayışını da geride bırakır. O, artık, insanları
eskiden olduğu gibi, çıkarlarına ya da tutkularına göre değil, Allah için
sevmekle yükümlüdür. Ancak, iman ettikten sonra kalbinde imanın lezzeti tam
olarak yerleşmemiş, Allah’ı ve müminleri gereği gibi takdir edip tüm sevgi
anlayışını buna göre yönlendirememiş olanlar, kalplerindeki boşluğu geçmiş
hayatlarından kalan duygusal kırıntıları canlandırarak doldurmak isterler.
Bu nedenle, şu kesin bir gerçektir; kişinin
inkarcılara ya da müminlere sevgi duyması, onun küfre ya da imana olan yakınlığının
kesin bir ölçüsüdür. Bu, Kuran’da çok açık bir biçimde vurgulanır. Bir ayette,
müminlerin küfre olan bakış açıları şöyle anlatılır:
Allah’a ve ahiret
gününe iman eden hiç bir kavim (topluluk) bulamazsın ki, Allah’a ve elçisine
başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar,
ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri
(soyları) olsun. (Mücadele Suresi; 22)
Bir diğer ayette ise, “Ey iman edenler,
müminleri bırakıp kafirleri veliler edinmeyin. Kendi aleyhinizde Allah’a apaçık
olan kesin bir delil vermek ister misiniz?” (Nisa Suresi; 144) denmektedir. Bu
nedenle, müminin küfre sevgi beslemesi, inkarcılarla samimi bir dostluk ve
yakınlık kurması, hiç bir zaman kabul edilemez. Bunu yapan kişi, onlardan biri
olmayı ve onlarla aynı akıbete uğramayı kabul ediyor demektir. Bu gerçek, “...
zulmedenlere eğilim göstermeyin yoksa ateş size dokunur...” (Hud Suresi; 113)
ayetiyle açık bir biçimde bildirilmektedir.
Bütün bunlardan dolayı bir müminin bilinçili
olarak inkar eden bir kişi veya bir toplulukla arasında bir sevgi bağı
oluşturması ya da geçmiş hayatından kalmış bağları devam ettirmesi düşünülemez.
Ancak gafletten ya da bilgi eksikliğinden kaynaklanan bir hata sözkonusu
olabilir. Bu durumda da, aşağıdaki ayet, gerçekten iman etmiş bir insanın
gafletini gidermek için yeterli olmalıdır:
Ey iman edenler,
benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları veliler edinmeyin. Siz onlara
karşı sevgi yöneltiyorsunuz; oysa onlar haktan size geleni inkar etmişler,
Rabbiniz olan Allah’a inanmanızdan dolayı elçiyi de, sizi de (yurtlarınızdan)
sürüp-çıkarmışlardır. Eğer siz, Benim yolumda cihad etmek ve Benim rızamı
aramak amacıyla çıkmışsanız (nasıl) onlara karşı hala sevgi gizliyorsunuz? Ben,
sizin gizlediklerinizi ve açığa vurduklarınızı bilirim. Kim sizden bunu
yaparsa, artık o, elbette yolun ortasından şaşırıp-sapmış olur. (Mümtehine Suresi; 1)
Müminlerin Bulunduğu
Ortamdan Rahatsız
Olma
Nefsinin arzularına
uyan bir kimse Allah’ın emirlerinden önce nefsinin isteklerini yerine getirmeye
çalışacaktır. Ancak nefsinin emirlerini müminlerin bulunduğu bir ortamda yerine
getirmesi, müminlerin tepki, müdahele ve uyarılarına sebep olacağı için bu
ortamda bunu başaramaz. Örneğin nefsi ona kibir ve enaniyet yapmayı, gösterişi,
kendini başkalarından üstün görmeyi, itaatsizliği emreder. Müminler ise ona
tevazulu ve asil olmayı, Allah’a karşı boyun eğici olmayı öğütlerler.
Nefsi ona Allah’ın
sınırlarını gözetmemeyi, canının istediği gibi davranmayı, gevşekliği, itidalsizliği,
sorumluluktan, fedakarlıktan, infaktan, Allah yolunda çile ve sıkıntıya
katlanmaktan kaçınmayı telkin eder. Bunlar imanı tam olarak oturmamış birinin
nefsinin son derece ağırına giden şeylerdir.
Bunun yanısıra,
hareketlerinin sürekli göz önünde olduğunun ve yanlış bir hareket yaptığında
ikaz edileceğinin farkındadır. Bu yüzden müminlerin arasında nefsinin emrettiği
gibi rahat ve pervasız bir şekilde hareket edemez. Ederse de bu durum hemen
dikkat çeker. Hataları, eksikleri, davranış bozuklukları hemen tesbit edilip
eleştirilir, uyarılır. Bu da müminler için büyük bir rahmet ve nimet olan
Allah’ın beğendiği ve övdüğü bir ortamdır:
Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; maruf (iyi ve İslam’a
uygun) olanı emreder, münker olandan sakındırır ve Allah’a iman edersiniz. (Al-i
İmran Suresi; 110)
Müminlerin bulunduğu bir ortamda kimsenin
üste çıkmasına izin verilmez, kimsenin rızası gözetilmez, idare edilmez. Zira
aksi bir davranış hem karşı tarafın ahiretini tehlikeye atmak hem de müminlerin
arasında küfrün tecellilerini barındırmak anlamına gelecektir...
Bu yüzden kişinin kalbini kırmamak, onu
gücendirmemek için onun Kuran dışı tavır ve davranışlarına göz yummak, ilahi
değil ancak şeytani bir merhamet çeşidi olur. Şeytani merhamet de yalnızca
küfre özgü romantik zihniyetin bir ürünüdür. Müminlerin ortamı ise son derece akılcı ve gerçekçidir. İşte böyle bir
ortamda, yeterli imani derinliği sağlayamamış, Allah ile gerekli yakınlığı
kuramamış, enaniyetini terkedememiş kişilerin nefisleri vicdanlarına baskın
gelerek onları bu ortamdan koparıp başlarına buyruk hareket etmeye zorlar.
Tercihini nefsinin
rahatı, menfaati yönünde kullanan bir kimse de, nefsi kimseye hesap vermek
istemediği, herkesten bağımsız, başıboş ve kontrolsüz kalmak istediği için
dışarıyı, küfür ortamını bir kaçış, bir rahatlama ortamı olarak görmeye başlar.
Böyle bir kişide zamanla, ister istemez müminlere karşı bir yabancılık ve
uzaklık oluşur.
Mümin cemaati
içerisinde Allah’ın ve dinin menfaatleri her zaman en ön planda tutulur.
Şahısların menfaatleri ise sonradan gelir. Zaten samimi ve ihlaslı müminlerin
hepsi de Allah yolunda canlarını ve mallarını satmış, yalnızca ahiret yurdunu
arayan kişilerdir. Bu nedenle “Allah’ın esirgediği dışında var gücüyle kötülüğü
emreden” nefsleriyle ilgili önemli bir problemleri yoktur. Olsa bile buna karşı
diğer müminlerden gelecek öğüt ve uyarıları bir rahmet, hidayet ve pislikten
arınma olarak görürler. Kardeşlerine olan sevgi ve bağlılıkları artar.
Buna karşın, eğer bir
insan öteki yolu seçmek istiyorsa, önü açıktır. Kuran, gittiği yönü şöyle
belirler:
Kim kendisine ‘dosdoğru yol’ apaçık belli olduktan sonra, elçiye muhalefet
ederse ve mü’minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü şeyde
bırakırız ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir yataktır o!.. (Nisa Suresi; 115)
Şeytanın Küfürle Birlikte Olmaya
Teşvik
Eden Negatif Telkinleri
Eğer sana şeytandan yana bir kışkırtma (vesvese veya iğva) gelirse, hemen
Allah’a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir. Sakınanlara şeytandan bir vesvese
eriştiğinde iyice düşünürler (Allah’ı zikredip-anarlar), sonra hemen bakarsın
ki görüp bilmişlerdir. (Araf Suresi; 200,201)
Ey insanlar, hiç şüphesiz Allah’ın va’di haktır; öyleyse dünya hayatı sizi
aldatmasın ve aldatıcı da, sizi Allah ile aldatmasın. Gerçek şu ki, şeytan
sizin düşmanınızdır, öyleyse siz de onu düşman edinin. O, kendi grubunu, ancak
çılgınca yanan ateşin halkından olmağa çağırır. (Fatır Suresi; 5,6)
Müminlerin
imtihanları yalnızca nefsleriyle değil, aynı zamanda bu nefsi tahrik edip
kışkırtan, onu saptırmak amacıyla son derece ayrıntılı plan ve tuzaklar kuran,
ona sinsice telkinler veren şeytanla da olmaktadır. Sonuçta müminin karşısında
hem kendi nefsinin hem de şeytanların ortaklaşa bir faaliyeti söz konusudur. Bu
nedenle, Hz. Adem’den itibaren insanların baş düşmanı olan ve Kuran’da çok
geniş olarak ele alınan İblis ve onun avanesini bu konuda göz ardı etmek
onların oyununa gelmek olur.
Şeytanın özellikle
konumuzla ilgili kullandığı telkin ve vesveselere değinmeden önce, onun genel
yöntemlerine, müminlere karşı bakış açısına kısaca göz atmak yararlı olur.
Kuran’ın “şeytanın fırkası” olarak tanımladığı inkarcılar zaten doğru yoldan
sapmış ve şeytana tabi olmuş bir kavim oldukları için, şeytanı asıl rahatsız
eden müminlerin durumudur. Müminlerin, imanları sebebiyle kendisinden üstün
olmalarını hazmedemez. Kendisinin Allah katında kınanmış kovulmuş, aşağılanmış,
lanetlenmiş ve ebediyen cehenneme mahkum olmuş, müminlerin ise övülmüş,
yükseltilmiş ve cennetle müjdelenmiş olmalarını kibirine yediremez. Bu yüzden
en çok çabayı ve mücadeleyi, sonsuz bir kin ve kıskançlık beslediği müminleri
saptırmak ve onları doğru yoldan çıkararak kendisi gibi cehennemlik yapmak için
sarfeder. Kuran, şeytanın bu çabasını şöyle anlatmaktadır:
(Şeytan) Dedi ki: “Madem öyle, beni azdırdığından dolayı onları (insanları
saptırmak) için mutlaka senin dosdoğru yolunda (pusu kurup) oturacağım. Sonra
muhakkak önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım.
Onların çoğunu şükredici bulmayacaksın.” (Araf Suresi; 16,17)
Şeytan, başta
müminlerin nefislerinin hoşlarına giden şeyleri kullanarak onları azdırmaya,
isyan ve günahı, süslü ve cazip göstermeye çalışır. Bunda başarılı olamazsa bu
sefer de günah ve kötülükleri zararsız ve meşru bir kılıfta sunarak müminleri
aldatmayı dener. Bundan da bir sonuç elde edemezse yukarıdaki ayette söylediği
gibi müminlerin doğru yolları üzerine oturup onlara sağ yanlarından yaklaşır.
Bu yöntemle, Allah’ın razı olmadığı şeyleri din adına, Allah adına yapılması
gerekli şeylermiş gibi telkin eder; tamamen nefsani olan hareketleri hizmet,
ibadet kisvesiyle yaptırmaya çalışır. Bu sonuncu hilenin diğerlerine göre,
aldatıcı ve kafa karıştırıcı yönü daha fazladır. Bu nedenle, insanlar, şeytanın
Allah ile aldatmasına karşı Kuran’da özel olarak uyarılırlar:
Ey insanlar, hiç şüphesiz Allah’ın va’di haktır; öyleyse dünya hayatı sizi
aldatmasın ve aldatıcı da, sizi Allah ile aldatmasın. Gerçek şu ki, şeytan
sizin düşmanınızdır, öyleyse siz de onu düşman edinin. O, kendi grubunu, ancak
çılgınca yanan ateşin halkından olmağa çağırır. (Fatır Suresi; 5, 6)
Allah’ın uyarısını
dikkate almayıp farkında olmadan şeytanın bu tuzağına düşenlerin pek iç açıcı
olmayan durumları diğer bir ayette tarif edilirken, müminler de dolaylı yoldan
tekrar ikaz edilirler:
(Münafıklar) Onlara seslenirler: “Biz sizlerle birlikte değil miydik?”
Derler ki: “Evet, ancak siz kendinizi fitneye düşürdünüz, gözetip-beklediniz,
kuşkulara kapıldınız. Sizleri kuruntular yanıltıp-aldattı. Sonunda Allah’ın
emri geliverdi; ve o aldaltıcı da sizi Allah ile (Allah’ın adını kullanarak,
hatta masumca sizden görünerek) aldatmış oldu.” (Hadid Suresi; 14)
Görüldüğü gibi,
ayette söz konusu olan kimseler dünyadayken kendilerini müminlerle birlikte
sandıkları halde, gerçekte şeytanın tuzağına düşmüş, aldanmış ve ahirette
kendilerini müminlerden çok farklı bir konumda bularak şaşkınlığa düşmüşlerdir.
Fakat, ne yazık ki artık iş işten geçmiş, kendilerine tanınan süre dolmuş ve bu
durumlarını telafi imkanları kalmamıştır.
Broşürün genelinde
incelemekte olduğumuz, “zayıf imana sahip kişilerin nefsani amaçlarla küfür
ortamına girmeleri” konusuna gelince, bu, şeytanın, az önce saydığımız hile ve
oyunlarının tümünü seferber ettiği bir konudur. Çünkü bu konu şeytanın bu tür
kişileri kendi saflarına çekmesi ve kendi dostlarının arasına katması için
başvurduğu en can alıcı yöntemi teşkil eder. Şeytan bu yöntemle onları daha
önceden yoldan çıkarıp kendisine bağladığı inkarcıların arasına sokarak onların
müminlerden uzaklaşmalarını ve küfürle yakınlaşmalarını sağlamak ister. Onların
nefislerini tahrik edip azdırarak Allah’ın sınırlarını çiğnemelerine, ve bunu
zamanla alışkanlık haline getirerek dinden tamamen uzaklaşmalarına zemin
hazırlar.
Bu kötü sonuca
düşmemek için en başta şeytanın hile ve tuzakları, telkin metodları hakkında
bilgi sahibi olmak, hazırlıksız ve gafil avlanmamak lazımdır. İlerleyen
sayfalarda, şeytanın konumuzla ilgili telkinlerini inceleyeceğiz.
“Meşru gösterme” telkini
Gaflet ve rehavet
anlarında nefs, haram olmayan ancak faydası da olmayan, “boş” işlerle insanı
meşgul etmek ister. Bunlar, örneğin, sokağa çıkıp boş ve amaçsız bir şekilde
vakit öldürmek, iyi arabalar kullanmak, güzel giyinip eğlence yerlerine gitmek
ya da benzeri hareketler olabilir. Bunlar tek başına ele alındığında gerçekten
de meşru, helal hareketlerdir. Şeytan da en çok, olayın bu “meşru görünme”
yönünü kullanır.
Konunun başından beri
ele aldığımız gibi müminin, sahip olduğu konum, yüklendiği dava göz önüne
alındığında, her an her meşru hareketi yapması meşru olmaz. Mümin, yeryüzünde
Allah’n halifesidir ve hayatı boyunca Allah tarafından kendisine ayrılmış bir
vazifesi ve mücadelesi vardır. “(Yeryüzünde) Fitne kalmayıncaya kadar
onlarla savaşın..." (Bakara Suresi; 193) ayeti, bu mücadelenin amacını
ve kapsamını gayet iyi açıklar. Bu savaşın günümüzde fikir ve düşünce düzeyinde
gerçekleşmesi gerektiği açıktır. Ayette kastedilen fitnenin bugün bütün
yeryüzünü sardığı dikkate alınırsa, müminin yirmidört saatini bu temel vazifeye
göre planlaması gereklidir. Kuran’da belirtilen bütün ibadetleri de kapsayan bu
mücadele programı, zaten mümine boş ve amaçsız geçirebileceği bir zaman
bırakmaz.
Bu nedenle müminin
her zaman her meşru şeyi yapabilmesine zaten teknik açıdan imkanı yoktur. Zira
böyle bir arayış içine girmesi, onun öncelikle yapması zorunlu olan şeyleri
yapmasını engelleyecektir. Kaldı ki bu tür arayışlara küfür ortamında girmeye
yeltenmek olayın ciddiyetini çok daha ileri boyutlara sürükler.
Şuurlu, aklı başında
bir mümin de, yerine getirmesi gereken bunca sorumluluğun arasında bile bile
küfrün arasına karışıp nefsinin sınırsız arzularını tatmin etmeye uğraşmasının
ne kadar büyük bir vicdansızlık olacağını idrak eder. Zaten bu dünyada çok kısa
bir süre kalıp, gitmesi gereken yere gideceğini bilir. Dünyada kendisine
tanınan zamanı ganimet bildiğinden, onu en iyi şekilde kullanmaya çalışır.
Küçük kaçamaklara tenezzül etmez.
“Özgürlüğün
kısıtlandığı” telkini
Şeytan yukarıdaki
yöntemle başarıya ulaşamayınca, mümine başka bir yönden yanaşıp ona dini
yaşamanın, Allah’a ve Resul’üne itaat etmenin, insanın özgürlüğünü,
bağımsızlığını kısıtlayıcı bir hayat tarzı olduğunu fısıldamaya başlar.
İnkarcıların ne kadar özgür ve başlarına buyruk yaşadıklarını, dilerse onun da
öyle yaşayabileceğini telkin eder. Şeytanın bu yalnızca göz boyamaya yönelik,
süslü telkinlerine kapılmamak için en başta olayların ve kavramların Kuran’a
bağlı tanımlamalarını bilmek gereklidir. Burada söz konusu olan “özgürlük”
kavramı da bunlardan biridir.
Kuran’a bakıldığında
müminin, canını, malını Allah’a satmış, O’na tamamen teslim olmuş, yalnızca
O’nun hoşnutluğunu arayan ve gerçek yurdu olan ahireti anan bir kimse olduğu
görülür. Bu yüzden özgürlük anlayışı da müminin bu bakış açısı içinde
değerlendirilmelidir. Mümin için özgürlük, kafirlerin anladığı gibi Allah’ın
sınırlarını çiğnemede, gerçekte kölesi haline geldiği nefsinin ve diğer sayısız
putlarının emirlerini yerine getirmede sahip olunan bir özgürlük değildir.
Müminin özgürlük kavramı, 24 saat açık havada dolaşmayı, amaçsız ve anlamsız
tavırlar sergilemeyi de içermez. Bu anlamda sokaktaki köpekler, sudaki
balıklar, havadaki kuşlar herkesten daha özgürdür, ama bu özgürlük onların “kuş
beyinli” olmalarına, hayvanlığın ötesine geçmelerine çare değildir. Sokak serserileri,
ayyaşlar da tamamen özgürdürler; istedikleri çöplükte, beğendikleri köprünün
altında uyuyabilir, diledikleri gibi bağırıp-çağırabilirler. Oysa elbetteki
değer taşıyan özgürlükler bunlar değildir.
Gerçek özgürlük,
ancak gerçek din tam anlamıyla yaşandığı takdirde elde edilebilir. Allah’ın
emirlerini gözetmeden, yalnızca nefsinin istek ve arzuları doğrultusunda
yaşayan bir kişi kendisinin özgür bir insan olduğu hissine kapılabilir. Çünkü
imanın ve Allah’a teslimiyetin getirdiği gerçek özgürlüğü tatmadığı için
müminler gibi karşılaştırma yapma imkanı yoktur.. Oysa, dinden kaçıp din dışı
bir hayatı benimseyerek özgürlüğüne kavuşacağını sanan kişi, aslında tâbi
olduğu din dışı sistemin kendisini uymaya mecbur kıldığı birçok zorlayıcı,
kısıtlayıcı ve yasaklayıcı kurallarıyla zincirlenip çoktan özgürlüğünü
kaybetmiştir bile. Artık, bu din dışı sistemde hayatını sürdürebilmesi için bu
sistemin kurallarına, adamlarına, patronuna, müdürüne, işçisine, babasına,
sevgilisine,vs., Kuran’da hiç yeri olmayan ancak toplumun zamanla oluşturduğu
örf, adet ve geleneklere, sayısız sosyal yaptırımlara, Allah’ın ondan
istemediği ama kendi taassubundan ötürü kendisine koyduğu prensiplere uymak
zorundadır. Sonuçta Allah’ın kulu olmaktan kaçıp binlerce sahte ilahın (putun)
emrine girer. Ayette şöyle denir:
Yardım görürler umuduyla, Allah’tan başka ilahlar edindiler. Onların (o
ilahların) kendilerine yardım etmeye güçleri yetmez; oysa kendileri, onlar için
hazır bulundurulmuş askerlerdir. (Yasin Suresi; 74,75)
Bu din dışı sistemin
esiri, kölesi haline geldiğini farketse de bunu itiraf etmeyi gururuna ve
kibirine yediremez. İçinde bulunduğu durumu, tecrübe ve olgunluk sahibi bir
filozof edasıyla “hayatın gerçekleri” olarak tanımlar. Gerçek oldukları
doğrudur, fakat bunlar hayatın değil “küfrün gerçekleri”dir. Yaşadıkları,
başlarına gelen herşey Allah’ın küfre dünyada ve ahirette vaadettiği acı
gerçeklerin yalnızca çok küçük bir bölümüdür. Oysa hayatın başka gerçekleri de
vardır. Bunlar da “imanın gerçekleri”dir. Küfrün gerçeklerinden
ise çok farklıdır. Müminin, imanın gerçekleri üzerine kurulu yaşamının da doğal
olarak küfrün azap dolu yaşamıyla uzaktan yakından bir benzerliği yoktur.
Din her zaman,
toplumun ve insanların kişi üzerindeki sayısız baskılarını, yaptırımlarını, yönlendirici
kurallarını, dahası kişinin kendi kendisine koyduğu kuralları, prensipleri, her
türlü taassubu ve olumsuz telkini kırar, yokeder. Bunu da Kuran ve O’nunla
hükmeden elçisi vasıtasıyla gerçekleştirir:
... (Resul) onların ağır yüklerini, üzerlerindeki zincirleri indiriyor. Ona
inananlar, destek olup savunanlar, yardım edenler ve onunla birlikte indirilen
nuru izleyenler; işte kurtuluşa erenler bunlardır. (Araf Suresi; 157)
Diğer
önemli bir nokta da özgürlük kavramının fiziksel olmanın ötesinde, gerçekte
ruhsal bir kavram olmasıdır. Özgürlük asıl olarak, Allah’ın insanın ruhuna ve
kalbine hissettirdiği genişlik, ferahlık, güven ve huzur duygularının
bütünüdür. Bu da kişinin imanı, takvası, tevekkül ve teslimiyeti ile doğrudan
bağlantılıdır. Bir ayet, bu metafizik durumu şöyle açıklar:
Allah, kimi hidayete erdirmek isterse, onun göğsünü İslam’a açar; kimi
saptırmak isterse, onun göğsünü, sanki göğe yükseliyormuş gibi dar ve sıkıntılı
kılar. Allah, iman etmeyenlerin üstüne işte böyle pislik çökertir. (Enam
Suresi; 125)
“İman etmeyenlerin
göğsünün dar ve sıkıntılı kılınması”, onların özgürlüklerini temelinden yok
eden bir durumdur. Her ne kadar görünüşte fiziksel özgürlüğe sahip olsalar da,
bu haldeyken o özgürlüğün tadına varamaz, mutlu ve huzurlu yaşayamazlar. Bu
yüzden, bir metrekarelik bir zindanda Allah’ın kalbine huzur ve genişlik
verdiği bir mümin olmak, kendini özgür zannederek dağ bayır dolaşan, sınır
tanımayan, Allah’ın da kalbini daraltıkça daralttığı, sıktıkça sıktığı bir
inkarcı olmaktan, kuşkusuz çok daha hayırlıdır.
Peygamber döneminde,
başlangıçta nefislerine uyarak savaştan geri kalan üç müslümanın kalplerine
Allah tarafından bir uyarı olarak verilen sıkıntı ve darlık da, fiziksel
özgürlüğün ruhi özgürlük olmadıkça hiçbir anlam ifade etmediğinin en güzel
örneğidir:
(Savaştan) Geri bırakılan üç (kişiyi) de (bağışladı). Öyle ki, bütün
genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmişti, nefisleri de kendilerine dar
(sıkıntılı) gelmişti ve O’nun dışında (yine) Allah’tan başka bir sığınacak olmadığını
iyice anladılar. Sonra tevbe etsinler diye onların tevbesini kabul etti.
Şüphesiz Allah, (yalnızca) O, tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir. (Tevbe
Suresi; 118)
Buraya kadar
anlattıklarımızdan müminin dünyada zindan hayatı yaşayacağı, fakat bundan
memnunluk duyması, bütün gün evde oturup sıkıcı ortamlarda bulunması, bir lokma
bir hırkayla idare etmesi gerektiği gibi ters anlamlar çıkarmak da kişiyi
şeytani bir karamsarlığa sürükler. Kastedilen bellidir: Mümin her anını
Allah’ın hoşnutluğuna en uygun hareketi yaparak değerlendirmeli, nefsinin
arzularını tatmin etmek için Allah’ın sınırlarından asla taviz vermemelidir.
Allah onu yıllarca zindanda da tutsa, dünya hakimi de yapsa Allah’a olan
bağlılığından, takvasından, imanından ve ahlakından hiçbir şey kaybetmemelidir.
Gerçek bir mümin, bu
dünyadaki her nimetin, her sıkıntının, her ortamın, her durumun kendisinin
nasıl davranacağının denenmesi için yaratıldığını bilir. Küfür ise, her ne
kadar görünüşte refah içinde, sınır tanımaz bir yaşam sürse de sonunda, “elleri
boyunlarına bağlı olarak, (cehennemin) sıkışık bir yerine atıldıkları zaman,
orada yok oluşu isteyip-çağırırlar. Bugün bir yok oluşu çağırmayın, bir çok
(kere) yok oluşu isteyip-çağırın." (Furkan; 13-14) ayetlerinde belirtilen
akıbete uğrayacaktır. Mümin, kendisini özgür sanan küfrün, özgürlüğünü ahirette
ebediyen yitireceğini, daracık bir mekanda sonsuza kadar hapsolunacağını bilir.
Buna karşın mümin,
sonsuz özgürlüğe kavuşacaktır. Kuran, bu durumu şöyle açıklar:
Rabbinizden
olan bir mağfirete ve cennete (kavuşmak için) ‘çaba gösterip-yarışın,’ ki (o
cennet) genişliği gök ile yerin genişliği gibi olup Allah’a ve Resûlü’ne iman
edenler için hazırlanmıştır. İşte bu, Allah’ın fazlıdır ki, onu dilediğine
verir. Allah büyük fazl sahibidir. (Hadid Suresi; 21)
“Küfrün elindeki nimetlerden
mahrum kalındığı”
telkini
Şeytan mümine, küfrün
elinde bulunan bazı nimetleri müminlerle birlikteyken her zaman tadamayacağı,
onlara ulaşamayacağı, onlardan mahrum kalacağı, bir daha karşısına böyle güzel
fırsatlar çıkmayacağı, bu yüzden de bunları elde etmek için zaman zaman küfre
yanaşması gerektiği gibi telkinler verebilir.
İmanı zayıf olanlara
belki bu tür vesveseler etki edebilir. Oysa ihlaslı mümin, “Şeytan, sizi
fakirlikle korkutuyor ve size çirkin -hayasızlığı emrediyor. Allah ise, size
kendisinden bağışlama ve bol ihsan (fazl) vadediyor. Allah (rahmetiyle) geniş
olandır, bilendir.” (Bakara Suresi; 268) ayetinin hükmüyle kalbinde böyle
mahrumiyet endişelerine yer vermez. Olayların tamamen Allah’ın kontrolünde
olduğunun bilincindedir.
Dahası, küfrü ve
cahiliyeyi terketmenin, onlardan kopup-ayrılmanın mahrumiyete değil, tam
tersine Allah’ın rahmetine ve nimetine kavuşmaya vesile olacağına dair Kuran’da
çok sayıda örnekler vardır. Bunlardan Kehf (mağara) ehlinin durumu da böyledir:
(İçlerinden biri demişti ki:) “Madem ki siz onlardan ve Allah’tan başka
taptıklarından kopup-ayrıldınız, o halde, (dağlara çekilip) mağaraya sığının da
Rabbiniz size rahmetinden (bolca bir miktarını) yaysın ve işinizden size bir
yarar kolaylaştırsın.” (Kehf Suresi; 16)
Hz. İbrahim için de
aynı durum söz konusudur:
(İbrahim,) “Sizden ve Allah’tan başka taptıklarınızdan kopup-ayrılıyorum ve
Rabbime dua ediyorum. Umulur ki, Rabbime dua etmekle mutsuz olmayacağım.” Böylelikle,
onlardan ve Allah’tan başka taptıklarından kopup-ayrılınca ona İshak’ı ve
(oğlu) Yakup’u armağan ettik ve her birini peygamber kıldık. Onlara
rahmetimizden armağan(lar) bağışladık ve onlar için yüce bir doğruluk dili
verdik. (Meryem Suresi; 48-50)
Ayrıca Allah, şirk
koşmayan, ihlaslı müminlere ahirette olduğu gibi dünyada da nimetinden bol bol
vereceğini vaadetmiştir:
Allah, içinizden iman edenlere ve salih amellerde bulunanlara va’detmiştir:
Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidar sahibi’ kıldıysa, onları
da yeryüzünde ‘güç ve iktidar sahibi’ kılacak, kendileri için seçip beğendiği
dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından
sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibadet ederler ve bana hiç
bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkar ederse, işte onlar fasıktır.
(Nur Suresi; 55)
Eğer bir kişi
gerçekten iman edip salih amellerde bulunuyor ve Allah’a hiçbir şeyi ortak
koşmuyorsa, bu ayetin işaretine göre zaten dert ve endişe edecek hiçbir şeyi
olmaması gerekir. Bu nedenle akıllı bir mümin, ufak çıkarlara tamah ederek
Allah’ın bu vaatlerine kavuşmayı riske atmaz.
Münafık karakterli
olanlar ise, müminlerin aksine, zamana karşı dayanıksız olduklarından, gelecek
endişesi, yaşlılık korkusu, yaptıkları hesapların tutmaması, beklentilerinin
tahmin ettikleri sürede çıkmaması gibi sebeplerle, bir süre sonra dünyalarını
kurtarma arayışına girerler. Allah bu münafık zihniyetini şöyle tarif eder:
İşte kalplerinde hastalık olanların: “zamanın, felaketleriyle aleyhimize
dönüp bize çarpmasından korkuyoruz” diyerek aralarında çabalar yürüttüklerini
görürsün. Umulur ki Allah, bir fetih veya katından bir emir getirecek de,
onlar, nefislerinde gizli tuttuklarından dolayı pişman olacaklardır. (Maide
Suresi; 52)
İlk başta mümin
görünümünde diğer müminlerle birlikte hareket eden münafıklar, zamanla İslam
davasından dünyevi bir kazanç elde edemeyecekleri endişesine varıp gerisin
geriye dönerler. O ana kadar mümin topluluğu içinde geçirdikleri süreyi de boş
bir aldanış olarak görürler. Zamanın münafıklar üzerindeki bu yıpratıcı etkisi
başka ayetlerde de çeşitli yönlerden ele alınır:
Hani, münafık olanlar ve kalplerinde hastalık bulunanlar: “Allah ve Resulü,
bize boş bir aldanıştan başka bir şey vaadetmedi” diyorlardı. (Ahzab Suresi;
12)
Eğer yakın bir yarar ve orta bir sefer olsaydı, onlar mutlaka seni
izlerlerdi. Ama zorluk onlara uzak geldi. “Eğer güç yetirseydik muhakkak
seninle birlikte (savaşa) çıkardık.” diye sana Allah adına yemin edecekler.
Kendi nefislerini helaka sürüklüyorlar. Allah onların gerçekten yalan
söylediklerini biliyor. (Tevbe Suresi; 42)
Münafıkların tam
tersine, salih bir mümin zaten “katıksızca (ahiretteki asıl) yurdu düşünüp-anan
ihlas sahipleri (Sad; 46)” nden olduğu için bütün hayatı boyunca çile
çekeceğini, yoksul kalacağını, zorluklarla mücadele edeceğini bilse bile
Allah’ın yolundan dönmez, Allah’ın rızasının en çoğunu gözetmekten hiçbir zaman
taviz vermez. Allah gerekirse mümini sınamak, onun günahlarını bağışlamak,
ahiretteki makamını yükseltmek, ruhunu inceltmek, kalbindeki pislikleri
temizlemek ve onu arındırmak için bütün ömrü boyunca sıkıntı, darlık ve çile de
verebilir. Bu durumda bile samimi mümin, Allah’ın rahmetinden ümidini keserek
geçici çıkar ve zevkler için, küfre, dünyaya en ufak bir meyil göstermez,
sabreder, Allah’ın kendisi için yazdığını ister. Kaderine razı
olur.
Monotonluk telkini
Belli şartlar altında, halis niyetle
yapılan bir hareket zamanla alışkanlık haline gelebilir. Bu durumda insan,
sözkonusu hareketi, ortada bir gereklilik kalmadığı zamanda da sürdürmek
isteyebilir. Oysa Allah’ın rızasının en çok bulunduğu davranış biçimi, farklı
zaman ve şartlara göre farklılık gösterebilir. Akıllı mümin de her zaman
değişebilen bu şartları değerlendirerek, yapılması gereken en ideal hareket ve
davranış tarzını kavrayıp uygulayan mümindir. Aklını kullanmaya pek alışık
olmayan kimseler ise, her durumda belirli sabit davranış kalıplarını uygular,
bunun başarısız sonuçlarından da ibret almazlar.
Bir gün İslam’ın menfaatine olan bir işi,
başka bir gün yeniden yapmak oldukça boş ve anlamsız olabilir. Bunun gibi,
belirli zamanlarda gidilmesi gereken bir yere sürekli gitmeyi alışkanlık haline
getirmek, tümüyle zaman kaybına sebep olur. Şeytan da düşünme ve akletme tembelliğiyle
muzdarip olan kimselere bu yolla musallat olur. Onları ne İslam’a ne de
kendilerine fayda vermeyen, aksine zarar getiren, önemsiz, tek düze ve
kalıplaşmış işlerle meşgul etmeye uğraşır. Onlara bu yaptıklarını yararlı ve
gerekli şeylermiş gibi gösterip müminleri gerçek hedeflerinden, öncelikli
konulardan saptırmaya, onları pasifize edip, geri bırakarak İslam davasını
baltalamaya çalışır. Onları bu şekilde, küfürle ve küfür sistemiyle boş yere
haşır neşir olacağı ortamlara sık sık sokarak imani derinliklerinin azalmasını,
küfrün yoğun negatif telkinlerine maruz kalıp manevi yönden yıpranmalarını
ister.
Kuran’a göre hareket eden, onun emir ve
yasaklarına uyan bir müminin zaten aklı ve şuuru son derece açık olur. Bu
yüzden, şeytanın bu tür tuzaklarına aldanacak bir şuur kapanıklığına sahip
olduğunu hisseden bir kişi öncelikle her işi bırakıp içinde bulunduğu durumdan
ve “kovulmuş şeytan”dan Allah’a sığınmalıdır. Hemen sonra da, samimi bir
değerlendirme yapıp, kendisinde bu donukluğu meydana getiren sebepleri
bulmalıdır. Bunlar, Allah’la olan manevi bağlantısında, Kuran’a uymasında,
Allah’ın sınırlarını gözetmesinde ortaya çıkan eksiklik ve gevşekliklerdir.
Bunları düzeltebilmek için de, Allah’a dua etmeli, yalvarmalıdır. Çünkü içinde
bulunduğu anormal ruh halinden kurtulması, “şeytanın pisliklerini” üzerinden
atması, aklını kurtarması, o haliyle yapacağı bütün işlerden çok daha
önemlidir. Zira Peygamberimizin dediği gibi, “aklı olmayanın dini yoktur”. Dini olmayanın da ahiretteki konumu bellidir:
Kuran’ın ifadesiyle, “çalışmış, boşuna yorulmuştur." (Gaşiye Suresi; 3)
“Tedbirli olma” telkini
Bu, genellikle İslamiyet’le yeni tanışan
kişilerde rastlanan ve İslam dışı bir hayatı benimsemiş olan yakınlarından ve
eski çevresinden tepki alma, eziyet görme korkusuna dayanan bir telkindir.
Şeytan, kişideki bu tür zaafları kullanarak, onu eski dostlarıyla, çevresiyle
sürekli birlikte tutmak ve onların din dışı telkinlerine maruz bırakmak ister.
Bunu sağlamak için, insana, “eski çevrene karşı göze batmamak için onlarla da
vakit geçirmelisin” şeklinde vesveseler verebilir.
Gerçekten de insanın müslüman olmasından
dolayı yakın çevresinden maddi veya manevi zarar görme ihtimali varsa, ya da
dinin menfaatleri öyle gerektiriyorsa, Kuran’ın ölçüleri içerisinde çeşitli tedbirleri
alması gerekir. Bu tür bir istisnaya aşağıdaki ayette de yer verilmiştir:
Mü’minler,
mü’minleri bırakıp da kafirleri veliler edinmesinler. Kim böyle yaparsa,
Allah’tan hiç bir şey (yardım) yoktur. Ancak onlardan korunma gayesiyle
sakınma(nız) başka. Allah, sizi
kendisinden sakındırır. Varış Allah’adır. (Al-i İmran Suresi; 28)
Kuran’da belirli şartlar altında küfre
karşı tedbir alınması yönünde—kendini belli etmeme, imanını gizleme gibi—pek
çok örnekler vardır. Tabi bunların uygulanma şekilleri de küfrün davranış
tarzına, azgınlığına göre değişir. Burada önemli olan aradaki dengeyi çok iyi
kurabilmektir. Ne ucuz kahramanlık sevdasıyla lüzumsuz gerginlikler, suni
problemler yaratılmalı, ne de tedbir adı altında küfürle içli dışlı
olunmalıdır. Yalnızca ibadet kastıyla davranmalı ve gerekli olan süreden bir
dakika bile fazla onlarla birlikte vakit geçirmemeye özen göstermelidir.
Önce tedbir kastıyla başlayıp sonra hal,
tavır, davranış ve düşünce olarak küfrün yapısından etkilenmeye, rahatsızlık
duymamaya, hatta daha da ötesi küfre karşı duygusal bir yakınlık duymaya
başlamak ise, olayın rahmani boyuttan çıkıp şeytani boyuta girdiğinin en büyük
belirtisidir.
Herşeyden önce, alınan tedbirin türü ne
olursa olsun, hayati bir tehlike ya da önemli bir fiziki zarar görme durumu
olmadığı sürece bu, Allah’ın farz veya haram kıldığı konuları ihlal etmeye bir
gerekçe olamaz. Burada mümin imtihan edildiğini, en güzel şekilde sabredip
yardımı Allah’tan beklemesi gerektiğini bilmelidir. Başta peygamberler olmak
üzere Kuran’da örnek verilen müminlerin çoğu yakın çevreleriyle imtihan
edilmişler, fakat Allah’ın dini konusunda taviz verip gevşeklik göstermemişler,
onlara meyletmemişlerdir. Diğer müminlerin de mutlaka küfürle bu şekilde
imtihan edilecekleri ve buna sabretmeleri gerektiği ayetlerde bildirilmiştir:
Andolsun,
mallarınızla ve canlarınızla imtihan edileceksiniz ve sizden önce kendilerine
kitap verilenlerden ve şirk koşmakta olanlardan elbette çok eziyet verici
(sözler) işiteceksiniz. Eğer sabreder ve sakınırsanız (bu) emirlere olan
azimdendir. (Al-i İmran Suresi; 186)
Hizmet telkini
Şeytan, bu bölümün en başında da
anlattığımız gibi, doğrudan saptıramadığı, Allah’a isyana sürükleyemediği
kimseleri Allah ve din adına saptırmaya çalışır. Bu, şeytanın en sinsi hilelerinden birisidir. Nitekim Allah, müminleri,
“aldatıcıların Allah ile aldatması”na karşı uyanık olmaya çağırır:
... Şüphesiz Allah’ın va’di haktır. Artık dünya hayatı sizi aldatmaya
sürüklemesin ve aldatıcı(lar) da sizi Allah ile aldatmasın. (Lokman Suresi; 33)
Kişi bazı durumlarda,
din adına yaptığını sandığı bir işte, aslında tamamen nefsinin bazı arzularını
tatmin etmeye uğraşıyor olabilir. Böyle anlarda nefs ve onun en büyük akıl
hocası olan şeytan bu istekleri İslam’a hizmet kılıfına sokmada son derece
kabiliyetlidirler.
Allah müminin
dünyadaki mücadelesi esnasında ona birçok nimetler verebilir, onu nefsinin
hoşuna gidecek çeşitli ortamlara sokabilir. Müminin, dava bilincini
kaybetmediği, niyetini ve ihlasını en baştaki şekliyle koruduğu takdirde,
Allah’ın karşısına çıkardığı bu meşru nimetlerden zevk almasında,
faydalanmasında hiçbir sakınca yoktur. Çünkü Allah’ın verdiği bu nimetler onun
Allah’a daha çok şükretmesi, O’na daha da yakınlaşması için çok güzel
vesilelerdir.
Ancak başlangıçta
dava için, dinin hayrı için yapılan bir hareket, bir müddet sonra amacından
sapabilir, davanın imkanları ve yöntemlerinden kaynaklanan bazı nimetleri amaç
haline getirebilir. İşte bu noktada, şeytanın tuzağına düşülmüş olur. Bu tuzağa
düşen kişi, o işten hiç bir ecir kazanamayacağı gibi, Allah rızası bahanesiyle
yaptığı bu işten putlarına da (nefsine, hevasına) pay ayırır ve bilincinde
olmadan Allah’a şirk koşmak gibi ağır bir suçu işlemiş olur. Yüzde yüz Allah’ın
rızasının gözetilmediği, aynı anda putların da rızasının gözetildiği ibadet
görünümündeki bir işin Allah katındaki durumu ve sonucu ayette somut bir
benzetmeyle açıklanmıştır:
O’nun üretip-türettiği ekin ve hayvanlardan Allah için bir pay ayırdılar,
sonra kendi zanlarınca: “Bu Allah’ındır, bu da ortaklarımızındır” dediler.
Kendi ortakları için olan (pay), Allah tarafına geçmez, ama Allah’a ait olan
kendi ortaklarının tarafına (payına) geçer. Ne kötü hüküm veriyorlar? (Enam
Suresi; 136)
Daha önce de
ayrıntılı olarak ele aldığımız gibi, bir zorunluluk ya da Kuran’ın gösterdiği
bir hedef olduğu zaman elbette küfür ortamına girilir. Ancak, Allah ve din adı
altında, işi hizmet kılıfına sokarak bir takım nefsani amaçlar uğruna küfrün
bulunduğu ortamlara girmeye çalışmak çok büyük bir samimiyetsizliktir. İnsanın,
şeytanın bu tür sinsi yumuşak geçişlerine karşı son derece uyanık olup niyetini
kontrol etmesi, küfrün arasına girmeyi gerçekten Allah rızası için mi yoksa
heva ve hevesini tatmin etmek için mi istediğini samimi olarak kendi nefsinde sorgulaması
gerekir. Aslında yapılan işin ihlaslı mı yoksa nefsani mi olduğunu herkes kendi
vicdanında farkeder. Halis müminler de ilk bakışta bunu rahatlıkla anlar, ona
göre gerekli tavrı sergilerler.
“İş işten geçti”
telkini
Bir önceki maddede
ele aldığımız ruh halinin meydana getireceği en büyük tehlike, insanın zamanla
kendine olan güvenini ve samimiyetini kaybetmesidir. Bu güven bir kere
sarsılınca, bunun ardından, şeytanın çeşitli kışkırtmaları ardı ardına gelir.
Şeytan, insana, “sen samimiyetsizsin, sağlam bir mümin değilsin” gibi
telkinlerde bulunmaya başlar. Bu psikoloji içinde yapılan bir hata, katlanarak
birbiri ardına gelen yeni hatalara yol açar. Avami dilde “battı balık yan
gider” şeklinde özetlenen bu psikoloji, küçük bir hata işlemiş olan bir insanı,
kısa sürede büyük bir çöküşe ve daha büyük günahlara sürükleyebilir.
Oysa bu, şeytanın bir
tuzağıdır. Kuran’a göre, bir insan ne kadar günah işlerse işlesin, “geri
dönülmez” bir noktaya varmaz. Bir başka deyişle, zararın neresinden dönülse kardır.
İnsan çeşitli
sebeplerden dolayı nefsine uyarak küfür ortamına ve yaşantısına meyletmişse
hemen samimi olarak tevbe edip bağışlanma dilemeli, Allah’a sığınıp dua
etmelidir. Şeytan muhakkak bu arada, “iş işten geçti, artık çok geç; bu kadar
günahtan sonra kurtuluş olmaz; madem bu kadar günaha battın bari hakkını ver”
gibi çeşitli kışkırtmalarla o kişinin tevbe edip doğru yola yönelmesini
engellemeye çalışacaktır. Oysa ne kadar kötü bir durumda olursa olsun hatasını
farkedip samimi bir kalple Allah’tan bağışlanma dileyen bir kimseyi Allah geri
çevirmez. Bu, Allah’ın sonsuz merhametinin bir gereğidir:
De ki: “Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran kullarım. Allah’ın
rahmetinden umut kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O,
bağışlayandır, esirgeyendir. Azab size gelip çatmadan evvel, Rabbinize
yönelip-dönün ve O’na teslim olun. Sonra size yardım
edilmez. Rabbinizden, size indirilenin en güzeline uyun; siz hiç şuurunda
değilken, azab apansız size gelip çatmadan evvel.” (Zümer Suresi; 53-55)
Allah sonsuz büyüklüğü ile birlikte sonsuz
bir bağışlamaya sahiptir. Bir insan tevbe edip günahından vazgeçince, onun eski
kötülüklerini affedip iyiliğe çevirir. Kuran, bu
durumu şöyle ifade eder:
Ancak tevbe eden, iman eden ve salih amellerde bulunup davranan başka; işte
onların günahlarını Allah iyiliklere çevirir. Allah, çok bağışlayandır, çok
esirgeyendir. Kim tevbe eder ve salih amellerde bulunursa, gerçekten o, tevbesi
(ve kendisi) kabul edilmiş olarak Allah’a döner. (Furkan Suresi; 70,71)
İnsan önceden birçok defa aynı günahı işlemiş
olsa da, pişman olup yeniden tevbe edebilir. Bu noktadan sonra, Allah, o kişide
köklü karakter değişikliği yaratıp, onu çok daha üstün bir konuma getirebilir.
Allah münafıklıktan bile pişman olup o konumda ısrar etmeyenler için tevbe
kapısını açık bırakmıştır:
Gerçekten münafıklar, ateşin en alçak tabakasındadırlar. Onlara bir
yardımcı bulamazsın. Ancak tevbe edenler, ıslah edenler, Allah’a sımsıkı
sarılanlar ve dinlerini katıksız olarak Allah için (halis) kılanlar başka; işte
onlar mü’minlerle beraberdirler. Allah mü’minlere büyük bir ecir verecektir.
Eğer şükreder ve iman ederseniz, Allah azabınızla ne yapsın? Allah şükrün
karşılığını verendir, bilendir. (Nisa Suresi; 145-147)
Allah’ın bu sonsuz
bağışlayıcılığı sürekli akılda tutulmalı ve bunun rahatlığını yaşamalıdır. Ancak burada ince bir çizgi vardır. Kişi, hiç bir zaman, “ben günah
işleyeyim, nasıl olsa Allah bağışlar” gibi çarpık bir mantık geliştirmemelidir.
Çünkü Allah’ın bağışlaması, ancak samimiyetle mümkün olur. Oysa sözünü
ettiğimiz mantık tam anlamıyla samimiyetsizliktir. Bu tür bir mantık, günahı ve
ihlassızlığı alışkanlığa döndürür. İhlassız hareketleri alışkanlık haline
getirmek ise, insanı münafıklığa sürükler.
Kuran’a baktığımızda,
ihlassız bir davranışı, bile bile alışkanlık haline getirmenin, Allah’ın önemli
bir sınırını ısrarla çiğnemenin, çok büyük bir tehlike olduğunu görürüz. Bu
tavrı gösteren kişi, “onlar, kendisinden sakındırıldıkları ‘şeyi yapmada
ısrar edip başkaldırınca’ onlara: “Aşağılık maymunlar olunuz” dedik.“ (Araf
Suresi; 166)” ya da cehennem ehli için söylenen, “Onlar, büyük günah
üzerinde ısrarlı davrananlardı. (Vakıa Suresi; 46)” ayetlerinin kapsamına
gireceğini unutmamalıdır. Dini tanıyıp öğrendikten sonra bu tür bir tavır
göstererek küfre düşmek, insanı diğer inkarcılardan da aşağı bir konuma
sürükler.
İhlassızlığı
alışkanlık haline getiren kişi, zamanla duyduğu vicdan azabını bastırabilmek
için kendi kendini, yaptığı işin doğru olduğuna inandırmaya başlayabilir. Ve
aynı şekilde müminleri de kandırdığını, idare ettiğini sanabilir. Ayetlerde de
bu durum şöyle tarif edilir:
(Münafıklar sözde) Allah’ı ve iman edenleri aldatırlar. Oysa onlar,
yalnızca kendilerini aldatıyorlarlar ve şuurunda değiller. Kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını arttırmıştır. Yalan
söylemekte olduklarından dolayı, onlar için acı bir azab vardır. (Bakara
Suresi; 9,10)
“Ben küfrün yanında
eğlenirim, sonra vicdanımı rahatlatmak için de müminlerin arasına dönerim, günlük
ibadetlerimi de yaparım” gibi bir çifte standart mantığı da şeytanın en önemli
hilelerinden birisidir. Böyle bir mantığın Kuran’ın ruhuna ve hükümlerine
tamamen zıt olduğu açıkça ortadadır. Kuran böyle kimseleri “Arada bocalayıp
dururlar. Ne onlarla, ne bunlarla. Allah kimi
saptırırsa, artık sen ona yol bulamazsın.” (Nisa Suresi; 143) ayetiyle tarif eder.
Ayette belirtilen özellik de münafık özelliğinden başkası
değildir. Hemen bir önceki ayette de bu çarpık zihniyete sahip münafıkların
diğer belirleyici özellikleri sayılmıştır:
Gerçek şu ki, münafıklar (sözde), Allah’ı aldatmaktadırlar. Oysa O,
onları aldatandır. Namaza kalktıkları zaman, isteksizce kalkarlar. İnsanlara
gösteriş yaparlar ve Allah’ı ancak çok az anarlar. (Nisa ; 142)
Bir insan ya müslümandır, ya değildir.
Eğer kendine göre bir “karışım” oluşturmaya çalışır, İslam’ın hoşuna giden
yönlerini alıp, nefsine ağır gelen yönlerine yüz çevirirse, “yarım müslüman”
olmaz, ya müşrik ya da münafık olur. Bir ayet, bu gibilerinin durumunu şöyle
açıklar:
İnsanlardan kimi,
Allah’a bir ucundan ibadet eder, eğer kendisine bir hayır dokunursa, bununla
tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne isabet edecek olursa yüzü üstü
dönüverir. O, dünyayı kaybetmiştir, ahireti
de. İşte bu, apaçık bir kayıptır. (Hac Suresi; 11)
Bu çarpık zihniyete sahip olan münafıklar,
aynı yüzsüzlüklerini ileride de sürdürecek, kendilerinin müminlerle birlikte
olduklarını iddia edecek ve “(biz de) sizinle birlikte değilmiydik?” (Nisa;
141) diyerek müminlerin başarısından pay almak isteyeceklerdir. Oysa, Allah da, müminler de kimin ne olduğunu bilmektedirler. Kuran bu
gibiler hakkında şu hükmü verir:
Onlar sizi
gözetleyip-duruyorlar. Size Allah’tan bir fetih (zafer ve ganimet) gelirse:
“Sizinle birlikte değil miydik?” derler. Ama kafirlere bir pay düşerse: “Size
üstünlük sağlamadık mı, mü’minlerden size (gelecek tehlikeleri) önlemedik mi?”
derler. Allah, kıyamet günü aranızda hükmedecektir. Allah, kafirlere
mü’minlerin aleyhinde kesinlikle yol vermez. (Nisa Suresi; 141)
Sonuç: Şeytanın hilesi zayıftır
Bu bölümün başından bu yana, şeytanın
müminleri saptırıp şaşırtabilmek için kullandığı yöntemleri inceliyoruz. Ancak
şeytan ne denli karmaşık yöntemler izlerse izlesin, bu yöntemlerin, “yalnızca”
Allah’a güvenip dayanan müminler üzerinde hiçbir etkisi yoktur. Kuran, bu
kuralı şöyle bildirir:
Gerçek şu ki, iman
edenler ve Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun (şeytanın) hiç bir
zorlayıcı-gücü yoktur. Onun zorlayıcı-gücü ancak onu veli edinenlerle, onunla
O’na (Allah’a) ortak koşanlar üzerindedir. (Nahl Suresi; 99,100)
Demek ki şeytanın bu tür hile ve
tuzaklarına kapılanların, en başta imanlarıyla ilgili önemli sorunları olduğu
kesindir. “... Hiç şüphesiz, şeytanın hileli-düzeni pek zayıftır” (Nisa; 76)
ve “Gerçek şu ki, iman edenler ve Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun
(şeytanın) hiç bir zorlayıcı-gücü yoktur”. (Nahl; 99) hükümleri gereği,
şeytan, hiç de “karşı konulamaz” bir güce sahip değildir. Dolayısıyla, şeytanın
bu derece zayıf hile ve düzenlerine kapılanların imanlarının zayıf olduğu
ortaya çıkmaktadır. Nitekim, şeytanın kendisi de, ihlaslı ve samimi müminleri
kışkırtıp saptıramayacağını itiraf eder:
Dedi ki: “Rabbim,
beni kışkırttığın şeye karşılık, andolsun, ben de yeryüzünde onlara, (sana
başkaldırmayı ve dünya tutkularını) süsleyip-çekici göstereceğim ve onların
tümünü mutlaka kışkırtıp-saptıracağım. Ancak onlardan muhlis olan kulların
müstesna.” (Hicr Suresi; 39,40)
Meşru Bir Gerekçe Olmadan Küfür Ortamında
Bulunmanın
Zararları Nelerdir?
... Onlar size
kötülük ve zarar vermeye çalışıyor, size zorlu bir sıkıntı verecek şeyden
hoşlanırlar. Buğz (ve düşmanlıkları) ağızlarından dışa vurmuştur, sinelerinin
gizli tuttukları ise, daha büyüktür. Size ayetlerimizi açıkladık; belki akıl
erdirirsiniz. Sizler, işte böylesiniz; onları seversiniz, oysa onlar sizi
sevmezler. Siz Kitab’ın tümüne inanırsınız, onlar sizinle karşılaştıklarında
“inandık” derler, kendi başlarına kaldıklarında ise, size olan kin ve
öfkelerinden dolayı parmak uçlarını ısırırlar. De ki: “Kin ve öfkenizle ölün.” Şüphesiz Allah, sinelerin özünde saklı
duranı bilendir. (Al-i İmran; 118-119)
Küfür ortamı maddi ve manevi olarak
müminlere sıkıntı veren bir ortamdır.
Daha önce küfür ortamında da bir derece
estetik, güzellik ya da kalitenin bulunabileceğinden ve nefsin bunlardan zevk
alabileceğinden söz etmiştik. Ancak, bu estetik ve güzellik, beraberinde;
küfrün pisliğini, samimiyetsizliğini, amaçsızlığını, boş konuşmalarını, çirkin
ahlak ve karakterini de barındırmaktadır. Bu olumsuz özellikler, sözkonusu
ortamın ilk bakışta renkli, cazip ve süslü görünen yönlerini de örter.
Meşru—yani Allah rızasına uygun, dine
faydası olacağı açık ve nefsani bir payın karışmadığı—bir gerekçe olmadıkça,
Allah’ın anılmadığı dahası Allah’a, Resul’e ve müminlere karşı kin ve
düşmanlığın beslendiği, konuşulduğu, hatta alay edildiği, Allah’a isyanın yaşam
tarzı haline geldiği bir ortamda durmak mümine yakışmaz. Nitekim, Allah ve din
aleyhinde konuşulan ortamları derhal terketmek ayetle açıkça emredilmiştir:
O, size Kitapta:
“Allah’ın ayetlerinin inkar edildiğini ve onlarla alay edildiğini
işittiğinizde, onlar bir başka söze dalıp geçinceye kadar, onlarla oturmayın,
yoksa siz de onlar gibi olursunuz” diye indirdi. Doğrusu Allah, münafıkların ve
kafirlerin tümünü cehennemde toplayacak olandır. (Nisa Suresi; 140)
Küfrün yoz ve çirkin ahlakı, akılsızlığı, aşağı ve
basit karakteri, pisliği, yapmacık ve özenti tavırları, zilleti, bencilliği,
çıkarcılığı ve fırsatçılığı, Allah’ın sınırlarını çiğnemede, nefsine hizmet
etmede yarış halinde olması, israfı eğlence haline getirmesi ve bunlar gibi
birçok cehennemlik özelliği ihlaslı bir müminin ruhuna ve kalbine sıkıntı
verir.
Bu tür bir ortamda bulunabilecek
nimetlerden zevk almaya çalışmak pisliğin içine bulaşmış güzel bir yemekten
iştahlanmaya benzer ki, yemek ne kadar güzel olursa olsun, onu içinde bulunduğu
pislikle beraber görmek normal bir insanın midesini bulandırır. Kafirin de, “Ey
iman edenler, müşrikler ancak bir pisliktirler...” (Tevbe Suresi, 28)
ayetinde belirtildiği üzere, bu pislikten en ufak bir farkı yoktur. Zira kafir,
o kadar delili gözardı edip Allah’ı inkar eden ve kendi nefsini ilah edinen
kimsedir. Bu nedenle, riya, gösteriş, sahtekarlık, bencillik, nankörlük,
hainlik, vefasızlık, menfaatçilik, böbürlenme, aşağılık kompleksi gibi her
türlü pisliği de içinde barındırır.
Böylesine sefil ve aşağı bir ahlak
yapısının hakim olduğu ortamlardan elbette hiçbir mümin zevk almaz ve bu tür
yerlerde rahat etmez. Müminler ancak Allah’ın adının anılması ile felah bulur
ve sadece Allah’ın mescidlerinde, yani içinde Allah’a secde edilen, Allah’a
kulluk edilen mekanlarda kendilerini huzurlu hissederler.
Küfür her zaman,
gizli veya açıktan,
müminlerin
düşmanıdır. Küfre güven duyulmaz
İnkarcıların
imanlı bir kişiyi, onun mümin olduğunu bildikleri halde, samimi bir şekilde
sevmeleri, onun iyiliğini istemeleri mümkün değildir. Çünkü, “... Şüphesiz
kafirler, sizin apaçık düşmanlarınızdır.“ (Nisa Suresi; 101)
ayetinin ifadesiyle,
küfrün müminlere olan düşmanlığı vurgulanmıştır. Bunun yanısıra küfür, her
zaman, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, Kuran’ın ifadesiyle “şeytanın
fırkası”dır. Şeytan ise “insanın apaçık bir düşmanıdır”. Bu, değişmez bir ilahi
kanunudur. Mümin bu kanuna uygun olarak tavır almalı, Kuran’da dendiği gibi Hz.
İbrahim’i
örnek edinmelidir:
İbrahim ve onunla
birlikte olanlarda size güzel bir örnek vardır. Hani kendi kavimlerine demişlerdi ki: “... Biz, sizlerden ve Allah’ın
dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız. Sizi (artık) tanımayıp-inkar ettik.
Sizinle aramızda, siz Allah’a bir olarak iman edinceye kadar ebedi bir
düşmanlık ve bir kin baş göstermiştir...” (Mümtehine Suresi; 4)
Bu yüzden küfür
ortamında, dört bir tarafı düşmanlarla çevrili olan bir müminin, hiçbir zaman
ne maddi ne de manevi yönden güvencede olduğu söylenemez.
Kendi aralarında bile
samimiyetsiz, birbirinin kuyusunu kazmaya çalışan, devamlı arkadan çekiştiren,
ikiyüzlü, sinsi, artniyetli, sınır tanımaz inkarcıların, en büyük düşmanları
olan müminlere karşı kayıtsız kalacaklarını düşünmek büyük saflık olur. Eğer
dostça bir görünüm veriyorlarsa, bunun nedeni, müminlerde bir güç ve
caydırıcılık görmeleri, onlardan korkmalarıdır. Bunun yanında, müminlerde en
ufak bir zayıflık gördüklerinde, ayetin ifadesiyle onlara “ellerini ve
dillerini kötülükle uzatacakları” kesindir:
Eğer sizi ele geçirecek olurlarsa, size düşman kesilirler, ellerini ve
dillerini kötülükle size uzatırlar. Onlar sizin inkâr etmenizi içten arzu
etmişlerdir. (Mümtehine Suresi; 2)
İnkarcıların müminlere
karşı besledikleri kin ve nefret diğer pekçok ayette de vurgulanır:
... Onlar size kötülük ve zarar vermeye çalışıyor, size zorlu bir sıkıntı
verecek şeyden hoşlanırlar. Buğz (ve düşmanlıkları) ağızlarından dışa
vurmuştur, sinelerinin gizli tuttukları ise, daha büyüktür. Size ayetlerimizi
açıkladık; belki akıl erdirirsiniz. Sizler, işte böylesiniz; onları seversiniz,
oysa onlar sizi sevmezler. Siz Kitab’ın tümüne inanırsınız, onlar sizinle
karşılaştıklarında “inandık” derler, kendi başlarına kaldıklarında ise, size
olan kin ve öfkelerinden dolayı parmak uçlarını ısırırlar. De ki: “Kin ve
öfkenizle ölün.” Şüphesiz Allah, sinelerin özünde saklı duranı bilendir. (Al-i
İmran Suresi; 118,119)
“Çünkü onlar
üzerinize çıkıp gelirlerse, sizi taşa tutarlar veya dinlerine geri çevirirler;
bu durumda ebedi olarak kurtuluş bulamazsınız.” (Kehf Suresi; 20)
İnkâr edenler,
resullerine dediler ki: “Muhakkak (ya) sizi kendi toprağımızdan süreceğiz veya
dinimize geri döneceksiniz.” Böylelikle Rableri kendilerine vahyetti ki:
“Şüphesiz biz, zulmedenleri helak edeceğiz. (İbrahim Suresi; 13)
Allah’ın kanunları değişmez. Küfür,
Allah’ın kanununa göre daima müminlerin düşmanıdır. Bunun aksini düşünmek ve
iddia etmek ise, ya bu denli açık ve kesin olan ayetleri reddetmek, ya da
tehlike boyutunu aşmış derecede saf olmak anlamına gelir.
Kuran’ın hiçbir yerinde müminlerin inkarcılarla olan
sıcak ve samimi bir bağlılığından, yakınlığından sözedilmez. Tam tersine,
Kuran’ın her yerinde peygamberlerin ve müminlerin küfre karşı olan kin ve
nefretleri, aralarındaki mücadeleleri anlatılır.
Küfür her zaman ateşe çağırır
İnkarcıların cehennem için yakıt olduğu
Kuran’da belirtildiğine göre böyle bir “yakıt”la yakın ve samimi bir bağlantıya
geçmek ise oldukça tehlikeli olur. “Onlar sizin küfre sapmanızı içten arzu
etmişlerdir” ayetinde belirtildiği gibi, inkarcılar kendileri yandığı gibi
müminleri de ateşe çekmeye çalışırlar. Diğer bir ayette de, küfrün önde
gelenleri için, “biz, onları ateşe çağıran önderler kıldık...“ (Kasas; 41)
ifadesi kullanılır. Tüm bunlardan, doğru yoldan saptırıp cehenneme
sürüklemenin, küfrün, özellikle de küfrün önde gelenlerinin önemli bir özelliği
olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim, mahşer (diriliş) günü cehenneme yollanacak
olan halk, küfrün önde gelenlerine “siz gece ve gündüz hileli düzenler
(kurup) bizim Allah’ı inkar etmemizi ve O’na eşler koşmamızı bize
emrediyordunuz” (Sebe; 33) diyeceklerdir.
Küfre eğilim göstermek, sonun
başlangıcıdır. Kişi bile bile küfre eğilim göstermeye devam ettiği takdirde,
aklı gitgide örtülür. Hızla küfrün boyutuna iner.
Allah’ı anmaktan uzaklaşır. Bu durumda ise, “kim Rahman (olan Allah)ın
zikrini görmezlikten gelirse, biz bir şeytana onun ‘üzerini kabukla
bağlattırırız’; artık bu, onun bir yakın dostudur” (Zuhruf Suresi, 36) ayeti
gereğince, şeytan onu sarıp kuşatır. Bu durum zamanla yüzüne ve tavırlarına
yansır. Bakışları değişir, giderek cahiliye toplumunun fertlerine benzemeye,
onlar gibi yapmacık tavırlar göstermeye başlar. Tevekkülsüz, huzursuz,
tedirgin, asabi, telaşlı ve kibirli bir ruh haline bürünür. Kendine olan
güvenini ve saygısını, imanın kendisine kazandırmış olduğu neşe, huzur ve
sevinci kaybeder. Bu haliyle, doğal olarak, etrafındaki müminlere de sıkıntı
vermeye başlar. Bu durumdaki şahıs vicdanının sesine bir süre daha kulak
vermezse vicdanı git gide körelir. Bir müddet sonra vicdanının uyarısını
duyamaz hale gelir, kalbi katılaşır, dosdoğru olan yoldan çıkmış olur. Cahiliye
toplumunun herhangi bir ferdinden farksız hale gelir.
Kısacası, başta
belirttiğimiz gibi, küfre eğilim göstermek, sonuçta onlardan biri olmaya kadar
giden bir zincirin ilk halkası, yani sonun başlangıcıdır. Bu nedenle, Kuran,
iman edenlerin küçük veya büyük herhangi bir konuda küfre tabi olmalarının
doğuracağı büyük tehlikeyi, önceden kesin bir dille haber verir:
Ey iman edenler, eğer inkâr edenlere itaat ederseniz, sizi topuklarınız
üzerinde gerisin-geri çevirirler, böylece büyük hüsrana uğrayanlara dönersiniz.
(Al-i
İmran Suresi; 149)
Küfre taviz veren bir insan, tevbe edip de
düzelmediği takdirde, bir süre sonra Allah’ın kendisine tanıdığı sürenin sonuna
varır. Bu aşamada, Allah bir vesile ile onu müminlerden ayırır ve layık olduğu
küfrün içine, orada ebediyen kalmak üzere sokar.
Bu nedenle insan, dünyadaki cennetin bir
nimetine uzanmaya çalışırken onun yanıbaşındaki cehennemin pisliğine ve azabına
bulaşmaktan son derece kaçınmalı, Allah’ın sınırlarına karşı olabilecek en
büyük titizliği göstermelidir.
Meşru Bir Gerekçeyle Küfür Ortamına
Giren Müminin Taşıdığı Özellikler
Soluk soluğa
koşanlara andolsun,
Ateş saçanlara,
Sabah vakti baskın
yapanlara.
Derken, orada tozu dumana katanlara,
Bununla bir topluluğun orta yerine kadar dalanlara. (Adiyat Suresi; 1-5)
Kuran’a baktığımızda,
müminlerin, en başta da peygamberlerin, hayatları boyunca küfürle mücadele
ettiklerini görürüz. Peygamberlerin sosyal ortamlara girdikleri, küfrün önde
gelenleriyle görüşüp İslam’ı tebliğ ettikleri, inkarcılarla göğüs göğüse cihat
ettikleri Kuran’ın bize aktardığı, tarihin de şahitlik ettiği bir gerçektir. Aynı
durum peygamberlerin izinden giden müminler için de geçerlidir. Müminler,
İslam’ı tebliğ etmek, küfürle mücadele etmek için her fırsatta inkarcıların
içine dalar ve Kuran’ın emirlerini yerine getirirler.
Buradan da
anlaşıldığı gibi mümin, Kuran’da bildirilen ya da işaret edilen meşru ve
zorunlu koşullar söz konusu olduğunda küfür ortamlarında bulunabilir; daha
doğrusu bulunması şarttır. Bunlar; İslam’ı temsil veya tebliğ etmek, “kâfirleri
‘kin ve öfkeyle ayaklandıracak’ bir yere ayak basmak”, küfrün zulüm ve
adaletsizliğine karşı mücadele vermek, bilgi elde etmek gibi dinin
menfaatlerine yönelik durumlardır.
Dolayısıyla, baştan
beri ele aldığımız, küfürden maddi ve manevi olarak kopup-ayrılma konusu,
kesinlikle, cihat olayını engelleyen bir soyutlanma olarak anlaşılmamalıdır.
Bunun haricindeki beraberliklerin, kaçamakların sebep ve sonuçlarını ise önceki
bölümlerde detaylı olarak izah ettik.
Peki meşru bir
gerekçeyle küfrün arasında bulunan bir mümin nasıl olur?
Orada bulunuş
amacını aklından çıkarmaz ve
gaflete kapılmaz
Müminin gerçek
kalitesi, küfrün hakim olduğu, içinde hiç kimsenin Allah’ı anmadığı ve
hatırlamadığı, Allah’ı unutmaya yönelik tüm şartların oluştuğu ortamlarda belli
olur. Rahmâni bir amaçla küfrün arasına giren bir mümin, her türlü şartta ve
ortamda Allah’a bağlı olduğunu, gevşemediğini, itaati, itidali, şahsiyeti ve
asaleti elden bırakmadığını ispat edeceği bir imtihan ortamının kendisi için
özel olarak yaratıldığının farkındadır. Bu nedenle, küfürle biraradayken, orada
bulunuş niyetini sürekli aklında tutar, Allah’la olan irtibatını ve imani
derinliğini asla kaybetmez.
Oysa böyle bir
ortamda, imani olgunluğu tam anlamıyla elde edememiş bir kişinin nefsindeki
olumsuz düşünce ve eğilimler doğal olarak ön plana çıkar. Olay bir anda ibadet
boyutundan çıkarak nefsani bir boyuta sürüklenir. Bunun sonucunda ihlası
zedelendiğinden, asıl yapması gereken işe gerektiği gibi konsantre olamaz,
dolayısıyla yapılan işten de tam bir verim alınamaz. Bu yüzden, küfür ortamına,
başlangıçta meşru ve lüzumlu bir gerekçeyle girilmiş olsa bile sonradan nefse
en ufak bir pay çıkarmamalı, onu sürekli kontrol altında tutarak gerçek amaca
kilitlenmelidir.
Mümin, küfrün içine
girdiğinde İslam’ı temsil ettiğinin bilincindedir. Bu nedenle de bu ortama,
olabilecek en etkili ve ihtişamlı bir biçimde girer. Nefsinin bu ihtişamdan
kendisine pay çıkarmasına da izin vermez. Gittiği yerde Allah’ı unutarak
gaflete kapılmak, tipinin, kıyafetinin, arabasının veya ortamın havasına
girmek, kesin bilgiyle iman etmiş bir mümin için olacak şey değildir. Böyle bir
tutuma girmek, küfrü etkilemek, kızdırmak veya hayran bırakmak bir yana, tam
tersine kişinin kendisinin küfürden hal almasına, bilinçaltının şeytani
telkinlere açık ve savunmasız bir hale gelmesine yol açar. Çünkü Allah’ı unutan
kişiye kesinlikle şeytan musallat olacaktır:
Kim Rahman (olan Allah)ın zikrini görmezlikten gelirse, biz bir şeytana
onun ‘üzerini kabukla bağlattırırız’; artık bu, onun bir yakın dostudur.
Gerçekten bunlar (bu şeytanlar), onları yoldan alıkoyarlar; onlar ise,
kendilerinin gerçekten hidayette olduklarını sanırlar. (Zuhruf Suresi; 36,37)
Küfür ortamı da bu
ins ve cin şeytanlarının en yoğun bulunduğu ortamlardan biridir. Bu
“şeytan”ların sürekli fırsat kolladıkları, en ufak bir hata ve gafleti bile
değerlendirecekleri unutulmamalıdır. Böyle bir ortamda çok daha yoğun bir
teyakkuz ve uyanıklık durumu gereklidir. Bu da ancak, “Ve de ki: ‘Rabbim,
şeytanın kışkırtmalarından sana sığınırım. Ve onların benim yanımda
bulunmalarından da sana sığınırım Rabbim.’“ (Mü’minun Suresi; 97, 98)
ayetinde belirtildiği gibi, şeytanın verebileceği manevi zararlardan, vesvese
ve olumsuz telkinlerden Allah’a sığınmakla mümkün olur. Çünkü, şeytanın
Allah’ın ihlaslı kullarına hiçbir zararının dokunamayacağı, ayetle garanti
altına alınmıştır:
(Şeytan) Dedi ki: “Rabbim, beni kışkırttığın şeye karşılık, andolsun, ben
de yeryüzünde onlara, (sana başkaldırmayı ve dünya tutkularını) süsleyip-çekici
göstereceğim ve onların tümünü mutlaka kışkırtıp-saptıracağım. Ancak onlardan
muhlis olan kulların müstesna.” (Hicr Suresi; 39-40)
Amaçtan en ufak bir
sapma olmadan, tam bir ihlasla, Allah’ın rızasını kazanmak, Allah’ın şanını
yüceltmek, küfrü kendi mekanında öfkelendirmek gibi samimi ve halis bir niyetle
hareket edildiğinde ise, artık Allah’ın kesin bir başarı vereceği şüphesizdir.
Kendilerine ait sandıkları mekanlarda ihlaslı, kararlı, güçlü imana sahip
müminleri gören inkarcılar, ellerinde olmadan Allah’ı, ölümü ve cehennemi
hatırlarlar. Bu durumdan da müthiş derecede huzursuz olurlar. Bu yüzden
doyasıya yaşamak istedikleri isyan, günah ve sınır tanımazlığın zevkini tam
olarak tadamaz, yıllardır bastırdıkları vicdanlarının sesini yeniden duymaktan
rahatsız olurlar.
... (müminlerin) kâfirleri ‘kin ve öfkeyle ayaklandıracak’ bir yere ayak
basmaları ve düşmana karşı bir başarı kazanmaları, karşılığında mutlaka onlara
bununla salih bir amel yazılmış olması nedeniyledir. Şüphesiz Allah, iyilik
yapanların ecrini kaybetmez. (Tevbe Suresi; 120)
Etki ve Başarıyı
Yalnızca Allah’tan Bekler,
Yalnızca Allah’a
Güvenip Dayanır:
Mümin, her zaman
olduğu gibi, küfürle muhatap olurken de dua halindedir. Çünkü onu başarılı
kılacak, küfür üzerindeki heybet ve etkiyi yaratacak olan, maddi imkanları, dış
görünümü ya da zekası değil, ancak Allah’tır. Allah’ın başarı vermesi ise,
sebeplere değil, doğrudan doğruya niyete ve duaya bağlıdır. Allah, duaya
verdiği önemi “De ki: ‘Sizin duanız olmasaydı Rabbim size değer verir
miydi?..’“ (Furkan Suresi; 77) ayetiyle de açıkça bildirmiştir.
Gerçekten de
güzellik, zenginlik ve ihtişam yalnızca birer vesiledir. İhlaslı, dürüst, Allah
rızası için bir hareket olduğu takdirde Allah bu fiziksel üstünlüklere bir de
manevi güzellik ve üstünlük katar. O zaman da metafizik
ve ezici bir üstünlük ortaya çıkar. Bu üstünlük, müminin yalnızca dış
görünümüne değil, hareket, konuşma ve tavırlarına da yansır. Bütün hareket,
tavır ve konuşmaları son derece akılcı olur. Tüm bu özellikler de küfrü, adeta
büyülenmişçesine, aşırı derecede etkiler.
Kuran’da, Hz.
Yusuf’un başına gelenlerin anlatıldığı kıssada bu ilahi kuralın en güzel
örneğini görürüz. Hz. Yusuf çok üstün bir fiziksel güzelliğe sahiptir. Fakat
ayette, kendisini gören kadınların onu gözlerinde daha da “büyüttükleri” ve
adeta bir melek olarak algıladıkları belirtilir:
(Kadın) Onların düzenlerini işitince, onlara (bir davetçi) yolladı, oturup
dayanacakları yerler hazırladı ve her birinin eline (önlerindeki meyveleri
soymaları için) bıçak verdi. (Yusuf’a da:) “Çık, onlara (görün)” dedi. Böylece
onlar onu (olağanüstü güzellikte) görünce (insanüstü bir varlıkmış gibi
gözlerinde) büyüttüler, (şaşkınlıklarından) ellerini kestiler ve: “Allah’ı
tenzih ederiz; bu bir beşer değildir. Bu, ancak üstün bir melektir” dediler.
(Yusuf Suresi; 31)
Demek ki Allah Hz.
Yusuf’u onlara, zahiri güzelliğinin daha ötesinde güzel ve heybetli
göstermiştir. Güzelse Allah daha da güzel göstermiş, fiziksel üstünlüğü
katlanarak artmıştır. Onu meleğe benzetmeleri de ondaki bu manevi güzellik,
heybet ve asaletten, imanındaki üstünlükten kaynaklanmıştır.
Kadınlar, daha önce
yeryüzünde hiç rastlamadıkları bir heybet ve güzellikle, üstünlük ve kaliteyle
karşılaştıkları için, Hz. Yusuf’un onlar üzerindeki etkisi de çok büyük ve
kalıcı olmuştur. Bambaşka, gündelik hayatta hiç rastlamadıkları bir boyutla
karşılaşmış, merak, ilgi ve hayranlıkları da aynı derecede olmuştur.
Hz. Yusuf örneğinde
olduğu gibi, Allah ihlaslı bir mümini bu tür ekstra özelliklerle donatmasa,
onun dışarıya karşı vereceği etki, sıradan bir yakışıklı, sıradan bir zengin
veya sıradan bir zeki ya da kültürlü insanın oluşturduğu yine sıradan ve geçici
bir etki ve hayranlıktan öteye gidemez. En güzel fiziğe de sahip olsa, en şık
ve pahalı elbiseleri de giyse, saatlerce konuşsa, yine de gerekli ve kalıcı
etkiyi yaratamaz; o ortamdan ayrıldığında da silinir gider.
Örnek Bir Ahlak ve
Kişilik Yapısı Sergiler
İnkar edenlerin, her
zaman, can düşmanları olarak gördükleri müminlerin, tüm hareket ve
ifadelerinden ters ve olumsuz anlamlar çıkarabileceklerini, önyargılı ve
düşüncesizce yaklaşabileceklerini hatırdan çıkarmamalıdır. Bu nedenle mümin,
küfrün içinde yapacağı her hareket ve konuşmanın, her davranışın, en ince
mimiğine kadar ölçülü ve kontrollü olmasına, karşı tarafın koz olarak
kullanabileceği en ufak bir açık bile vermemeye azami ölçüde dikkat eder.
Küfrün en temel vasfı olan alaycılığına malzeme verecek hiç bir davranışta
bulunmamaya, hiçbir ifade sarfetmemeye özen gösterir. Bütün bunları yaparken de
hem doğallık ve samimiyet boyutundan ayrılmaz, hem de küfürle yüz göz olmayacak
bir vakar ve asaleti sürekli muhafaza eder.
Bu kadar ince bir
denge ve kontrolü sağlamak sıradan bir insan için ilk bakışta güç görünse de,
asalet, vakar, akılcı, bilinçli, ölçülü ve kontrollü davranmak müminin zaten
doğal vasfıdır. Dolayısıyla, yapılan hareket sırasında ihlaslı olunup yalnızca
Allah’a güvenildiği takdirde, Allah’ın mümine yardımcı olacağı, onu küfrün
karşısında kesinlikle küçük düşürmeyip yücelteceği şüphesizdir. Böyle bir
durumda kişinin her hareketinin ve her sözünün Allah’ın koruması altında
olacağı kesindir.
Buna karşın, küfrün
arasına ihlassız ve nefsani bir şekilde girildiğinde tamamen farklı ilahi
kanunlar işlemeye başlar. Böyle bir hareketin karşılığında, başarısızlık, küçük
düşme, mahcup olma, zor durumda kalma, mağdur olma gibi sonuçları da en başından
göze almak gereklidir. Bu tip bir durum, küfürde daha önceden bırakılmış olan
olumlu etkiyi de—eğer varsa—zedeler, hatta yokeder. Böyle bir durumda, karşı
taraftaki inkarcı, ya kendisinin önceden yanıldığını ve o kişiyi eskiden
gözünde fazla büyütüp abarttığını düşünür, ya da zeka ve uyanıklık derecesine
göre, onda önceki halinden bir farklılık olduğunu sezinler. Karşısındakinin
zaafını ve manevi gerilemesini kimi inkarcılar da bu şekilde içgüdüsel olarak
hissedebilirler. Dolayısıyla küfrün arasında bulunan imanlı bir kişi, bütün
mümin topluluğunu temsil ettiği için, olayın diğer ucu da davanın ve müminlerin
geneline dokunur. Her ne kadar, en olumsuz olay, en olumsuz gelişme bile
sonuçta İslam’ın hayrına dönüşse de, kişisel olarak yapılabilecek her türlü
hatanın, verilecek her türlü yanlış imajın bütün müminlere ve davaya
yansıyabileceğini de akıldan çıkartmamak gerekir.
İhlas, samimiyet ve
dava bilincinden yoksun, ezik ve zayıf şahsiyetli, lafını sözünü, oturup
kalkmasını, giyinmesini bilmeyen kimselerin İslam adına küfrün karşısına
çıkmaları, inkarcıların kendilerine olan güvenlerini arttırır, küfürlerini
pekiştirir. İnkarcılar, böyle bir kimsenin imanının, dolayısıyla şahsiyetinin
zayıflığından, kişisel zaaflarından cesaret alırlar. Aldıkları bu cesaretin
sonucunda da kimi zaman o mümine gerek ima yoluyla gerekse doğrudan kendi
sistemlerini, düşünce ve yaşam tarzlarını savunma, övme veya açıklama gayretine
girerler. Hatta daha da öteye giderek, onun zayıf iman ve şahsiyetinden
kaynaklanan hal, tavır, davranış ve konuşma bozukluklarını İslam’a ve
müminlerin geneline maletmeye çalışırlar. Bu yüzden, savunduğu dini gerektiği
gibi temsil edemeyeceğini hisseden bir kişi eğer, bir parça vicdanı kalmışsa,
İslam adına ortaya çıkmamalı, bunu ehil olanlara bırakmalıdır. Aksi bir
davranış küfrü sevindirmekten, müminleri zor durumda bırakmaktan başka bir işe
yaramaz.
Bunun aksine,
inkarcıların güçlü imana ve şahsiyete sahip ihlaslı müminlerin yanında kendi
dinlerini anmaya cesaret bulmaları, onların dinlerinden taviz koparabilmeleri
mümkün değildir. Bu yüzden gerçek mümin, küfür üzerinde, “... bugün inkâra
sapanlar, sizin dininizden (sizi dininizden çevirmekten) umut kesmişlerdir...“
(Maide Suresi; 3) ayetinde belirtilen umutsuzluğu ve çaresizliği oluşturan
insandır.
Mümin Ancak Diğer
Müminlerle
Birlikte Olabilir
Şüphesiz Allah, kendi yolunda, sanki birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi
saf bağlayarak çarpışanları sever. (Saff Suresi; 4)
İnsan ahirette
kimlerin yanında olmak istiyorsa, dünyada da onlarla beraber olmalıdır.
Dolayısıyla bir müminin yeri, yalnızca ve yalnızca müminlerin yanıdır. Eğer
buna imkanı yoksa—ki bu ancak geçici bir süre için ve çok istisnai bir durum
olabilir—müminlerle birlikte olmayı içten ve samimi olarak istemesi gereklidir.
Müminler; Allah’ın sıfatlarını üzerinde en çok taşıyan, Allah’ın rızasını
kazanmaya çalışan, Allah’ı çok seven ve çokça zikreden, kendilerini Allah’a
teslim etmiş, canıyla ve malıyla onun yolunda mücadele eden üstün insanlardır.
Dolayısıyla, Allah’ın rızasının en çok bulunduğu yer de bunların yanıdır.
Nitekim Kuran, müminlerin hep birarada olmalarını kesin bir biçimde emreder:
Allah’ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah’ın
sizin üzenizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O,
kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O’nun nimetiyle kardeşler
olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi
kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini böyle
açıklar. (Al-i İmran Suresi; 103)
Müminin rahat ve huzurlu olmasının yegane
yolu, diğer müminlerle beraber olmasıdır. Kuran’da bildirilen Allah’ın kanununa
göre, “kalpler yalnızca Allah’ı anmakla tatmin bulur” (Rad Suresi; 28).
Allah’ın anılması ise, yine Kuran’a göre, “Allah’ın içinde kendi adının
anılmasına izin verdiği evlerde”, yani müminlerin evlerinde gerçekleşir. Çünkü
“Allah’ın nuru”, bu evlerdedir: “(Bu nur,) Allah’ın, onların yüceltilmesine
ve isminin zikredilmesine izin verdiği evlerdedir; onların içinde sabah akşam
O’nu tesbih ederler.” (Nur Suresi; 36)
Gerçek bir mümin,
aklın, maddi ve manevi güzelliğin, temizliğin, güzel ahlakın hakim olduğu ve
içinde sürekli olarak Allah’ın zikredildiği ortamlardan zevk alır. Ancak,
Allah’ın birçok sıfatının tecelli ettiği evlerde rahat hareket edebilir. Kalbi
ve ruhu ancak böyle bir ortamda huzur bulur. Bu ortam da yalnızca müminlerin bulundukları ortamdır. Kuran’a göre
buralarda, “arınmayı içten arzulayan” adamlar vardır. (Tevbe Suresi;
108)
Müminlerin
beraber olmalarındaki en önemli hikmetleri şöyle sayabiliriz: birbirlerine her
an destek olmaları, birbirlerine her an olumlu telkin vermeleri, birbirlerinin
arınmalarına vesile olmaları, birbirlerine hatırlatıcı ve uyarıcı olmaları,
birlikte Allah’ı anmalarıdır. Bu nedenle mümin, vaktinin mümkün olduğunca büyük
bir bölümünü bu özellikleri bulabildiği mümin topluluğunun arasında geçirmekten
büyük haz duyar.
Sen de sabah akşam O’nun rızasını isteyerek Rablerine dua edenlerle
birlikte sabret. Dünya hayatının (aldatıcı) süsünü isteyerek gözlerini onlardan
kaydırma. Kalbini bizi zikretmekten gaflete düşürdüğümüz, kendi ‘istek ve
tutkularına (hevasına)’ uyan ve işinde aşırılığa gidene itaat etme. (Kehf
Suresi; 28)
Bir görev icabı,
küfrün arasına girmesi gerektiğinde asli görevini hiçbir zaman unutmaz ve en
fazla istifade esasıyla hareket eder. Bu yolla müminlere menfaat sağlamaya,
küfrün maddi ve manevi gücünü kırmaya çalışır. Bu sayede Allah’ın şanının daha
da çok yüceltilmesini, müminlerin daha rahat etmelerini, hareket kabiliyetlerinin
artmasını sağlar.
Müminler ancak, doğal
ve samimi davranan, hiçbir dünyevi çıkar gözetmeyen, birbirine karşı düşkün,
fedakar ve ince düşünceli insanların, yani müminlerin bulunduğu bir ortamda
rahat edebilirler. Bu da Allah’ın Kuran’da tarif ettiği cennet modelidir. Mümin
bu dünyada da, maddi ve manevi olarak, elinden geldiğince cennet ortamları
oluşturmaya çalışır ve ancak böyle ortamlardan zevk alabilir. Müminler tüm
hayatları boyunca günün 24 saati cennet modelini hayatlarına uygularlar. Bunun
en belirgin olanı, evlerinde yaratılan ortamdır. Müminlerin evleri kendileri
için en rahat, en güzel, en güvenilir ortamdır. Ancak bu şekilde müminin kalbi
ferahlar, rahat eder ve cahiliye toplumunun boş ve amaçsız kültüründen
sıyrılabilir.
Allah’ın, bir insanı
müminler topluluğunun içine sokmasının ve ona dine hizmet etme imkanı
vermesinin onun için çok büyük bir nimet olduğu ortadadır. Bu nimetin şükrü de
müminlerle birlikte olmaktan zevk almak, her fırsatta onlarla birlikte olmaya
çalışmakla olur. Eğlenilecekse, dışarıya çıkılıp gezilecekse, yine müminlerle
toplu halde yapılan eğlenceler mümine zevk verir. Bunu, özgürlüğünü kısıtlama
olarak değil, tam tersine, arınma, temizlenme, rahatlık olarak görmesi,
pislikten uzak durma, korunma olarak değerlendirmesi gerekir.
Müminlerin
birbirlerine bağlılıkları, sevgileri ve taşıdıkları üstün vasıflar, Kuran’da
şöyle anlatılır:
“Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliği
emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve
Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederler. İşte Allah’ın kendilerine rahmet edeceği
bunlardır. Şüphesiz, Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.
(Tevbe Suresi; 71)
Allah, müminlerle
birlikte olmanın bir cennet zevki ve mükafatı olduğunu, müminlerin ahirette en
üstün insanlarla birlikte olacağını ayetlerde bildirmektedir:
Kim Allah’a ve Resul’e itaat ederse, işte onlar Allah’ın kendilerine nimet
verdiği peygamberler, doğrular (ve doğrulayanlar), şehidler ve salihlerle
beraberdir. Ne iyi arkadaştır onlar? (Nisa Suresi; 69)
Durum böyleyken,
küfürle beraber olmaktan zevk alan bir insan kendisine verilen nimete açıkça
nankörlük etmiş olur. Dünyada küfürden zevk alan bir insanın ahirette de
küfürle birlikte olacağını bilmesi ve kabul etmesi gerekir. Ahirette ise küfrün
bulunduğu yer cehenemden başkası değildir.
Salih mümin az bir
nimetten bile Allah’ı anarak, onun Allah’tan geldiğini bilerek, şükrederek çok
büyük zevk alabilir. Böyle olunca da, Allah nimetlerden alınacak zevki ve
neşeyi kat kat arttırır. Nimetlerin de aynı ölçüde katlanarak artmasını, küfrün
sahip olduklarıyla kıyaslanmayacak derecede en güzel, en mükemmel, en kaliteli
ortamların oluşmasını sağlar.
Mümin Topluluğu İçinde Yeralan Ve Farklı İmani
Konumlara Sahip Olan İnsan Çeşitleri
Sonra Kitabı kullarımızdan seçtiklerimize miras kıldık. Artık onlardan kimi
kendi nefsine zulmeder, kimi orta bir yoldadır, kimi de Allah’ın izniyle
hayırlarda yarışır öne geçer. İşte bu, büyük fazlın kendisidir. (Fatır Suresi;
32)
Kitapçığın başında,
müminlerin arasında göründükleri halde çeşitli nedenlerle cahiliye yaşantısına
özenen ve cahiliye toplumuna eğilim gösteren kişileri üç grupta
sınıflandırmıştık. Bunların içinde özellikle—kitapçığın da temel inceleme
alanını oluşturan—üçüncü grup, her ne kadar homojen bir grup gibi görünse de
aslında farklı tür ve derecede imani problemleri olan fertlerden oluşmuştur.
Müminlerin arasında barınan bu tür kişilerin karakter ve kişilik yapıları,
gösterdikleri tavır ve davranış bozuklukları birçok ayette detaylarıyla tarif
edilmiştir.
Kuran’ın indirildiği
dönemde Peygamber Efendimiz’in etrafında bulunan müminler iman ve takva
bakımından birbirlerine göre farklı farklı konumlara ve derecelere sahiptiler.
Ayetlerden öğrendiğimize göre bu müminler arasında canını-malını son noktasına
kadar satan, en zor anlarda bile Allah’a, Resul’üne ve davaya karşı sarsılmaz
bir sadakat gösterenlerden, zorluk anlarında kalpleri kaymak üzere olan, hatta
Allah hakkında çeşitli zanlarda bulunabilecek kadar imani zaaf gösterebilen
kimselere kadar geniş bir imani yelpaze mevcuttu.
Bunlarla birlikte
yine ayetlerin haberiyle, kendini mümin zannedip de aslında iman kalplerine
girmemiş ‘eslemeler’, savaştan kaçacak, sadaka ve ganimetler konusunda sorun
çıkartacak, isteksizce infak edecek, nefsine ağır gelen konularda itaatte
zorlanacak, ve bunlara benzer çeşitli Kuran dışı hareketleri işleyecek türde
kişiler de yer almaktaydılar. Allah bunların kimisine tevbe nasip edip affetmiş
ve gerçek imanı nasip etmiş, kimilerine de süre tanıyıp bir zorluk anında
onların gerçek yüzlerini deşifre etmiş, müminlerden ayırmıştır. Kimisinin
durumu da ancak ahirette, kitabını sağdan beklerken sol tarafından aldığında
ortaya çıkacaktır.
Sonuç olarak bu
insanların tümü belli bir süre, bir bölümü de hayatlarının sonuna dek mümin
cemaatinin içinde birlikte yaşamışlar, birbirlerini mümin olarak görmüşlerdir.
Ancak Allah, takdir ettiği ve razı olduğu gerçek mümin modelini ayetlerde
açıkça tarif etmiştir. Gerçek, samimi ve ihlaslı müminlerin de kendi aralarında
çeşitli üstünlük dereceleri vardır. Gerçek mümin tarifinin dışında kalan
kimselerin ise, bu ideal modelden uzaklaştıkları ölçüde imani dereceleri düşer,
küfrün sınırlarına yaklaşır; bir noktadan sonra da iman çizgisinin dışına
taşarlar.
Kuran ayetleri her
devre baktıkları için aynı durum günümüzdeki bir mümin topluluğu için de
geçerlidir. Elbette ki, mümin topluluğunun içinde bulunmak, cahiliye toplumuna
mensup olmakla kıyaslanamayacak derecede daha üstün ve şerefli bir konumdur.
Ancak bunu ahiret için bir garanti sayarak, Allah’ın sınırlarını korumada taviz
vermek, Allah korkusu, helal, haram ve itaat konularına gereken titizlik ve
hassasiyeti göstermemek büyük bir aldanış olacaktır. Unutmamalıdır ki,
münafıklar ve müşrikler de İslam cemaati içerisinden çıkarlar. Bunların büyük
bir kısmı önceden iman ettikleri halde sonradan inkara sapmış, Allah’ın
gazabına ve ebedi azaba mahkum olmuşlardır. Bu nedenle hiçbir mümin kendisini
garantide görmemeli, Allah’ın ayetlerde kınadığı karakter ve kişilik
özelliklerini üzerinde taşımaktan, bu tarz tavır ve davranış şekillerini
sergilemekten kaçınmalıdır. Ayetlerde tarif edilmiş olumsuz örneklerden ders ve
ibret almalı, güzel ve övülen örneklere benzemeye çalışmalıdır.
Bu amaçla, mümin
topluluğu arasında yaşayan insan çeşitlerini, onların olumlu ve olumsuz
özelliklerini, örnek alınacak ya da sakınılacak yönlerini tarif eden Kuran
ayetlerini belli başlıklar altında sınıflandırdık:
“GERÇEK” MÜMİNLER
İman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler ile (hicret
edenleri) barındıranlar ve yardım edenler, işte gerçek mü’min olanlar
bunlardır. Onlar için bir bağışlanma ve üstün bir rızık vardır. (Enfal Suresi;
74)
Mü’min olanlar, ancak o kimselerdir ki, onlar, Allah’a ve Resûlü’ne iman
ettiler, sonra hiç bir kuşkuya kapılmadan Allah yolunda mallarıyla ve
canlarıyla cihad ettiler. İşte onlar, sadık (doğru) olanların ta kendileridir.
(Hucurat Suresi; 15)
MÜMİNLERİN ÇOĞUNA ÜSTÜN KILINANLAR
Andolsun, Davud’a ve Süleyman’a bir ilim verdik: “Bizi inanmış kullarından
birçoğuna göre üstün kılan Allah’a hamdolsun.” dediler. Süleyman, Davud’a
mirasçı oldu ve dedi ki: “Ey insanlar, bize kuşların konuşma-dili öğretildi ve
bize her şeyden (bol bir nimet) verildi. Gerçekten bu, apaçık bir üstünlüktür.”
Süleyman’a cinlerden, insanlardan ve kuşlardan orduları toplandı ve bunlar
bölükler halinde dağıtıldı. (Neml Suresi; 15-17)
ÖNE GEÇENLER
Öne geçen Muhacirler ve Ensar ile onlara güzellikle uyanlar; Allah onlardan
hoşnut olmuştur, onlar da O’ndan hoşnut olmuşlardır ve (Allah) onlara, içinde
ebedi kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük
‘kurtuluş ve mutluluk’ budur. (Tevbe Suresi; 100)
HAYIRLARDA YARIŞANLAR
Sonra Kitabı kullarımızdan seçtiklerimize miras kıldık. Artık onlardan kimi
kendi nefsine zulmeder, kimi orta bir yoldadır, kimi de Allah’ın izniyle
hayırlarda yarışır öne geçer. İşte bu, büyük fazlın kendisidir. (Fatır Suresi;
32)
ORTA YOLDA (MUKTESİD) OLANLAR
Sonra Kitabı kullarımızdan seçtiklerimize miras kıldık. Artık onlardan kimi
kendi nefsine zulmeder, kimi orta bir yoldadır, kimi de Allah’ın izniyle
hayırlarda yarışır öne geçer. İşte bu, büyük fazlın kendisidir. (Fatır Suresi;
32)
AĞIR DAVRANANLAR
Şüphesiz içinizden ağır davrananlar vardır. Şayet, size bir musibet isabet
edecek olsa: “Doğrusu Allah, bana nimet verdi, çünkü onlarla birlikte olmadım”
der. Eğer size Allah’tan bir fazl (zafer) isabet ederse, o zaman da, sanki
onunla aranızda hiç bir yakınlık yokmuş gibi kuşkusuz şöyle der; “Keşke onlarla
birlikte olsaydım, böylece ben de büyük ‘kurtuluş ve mutluluğa’ erseydim.”
(Nisa Suresi; 72-73)
İMANLARINI ZULÜMLE KARIŞTIRMAYANLAR
İman edenler ve imanlarını zulümle karıştırmayanlar, işte güvenlik onlar
içindir ve onlar hidayete ermişlerdir. (Enam Suresi; 82)
“ESLEME”LER İMAN KALPLERİNE HENÜZ
GİRMEMİŞ OLANLAR
Bedeviler, dedi ki: “İman ettik.” De ki: “Siz iman etmediniz; ancak “İslam
(müslüman veya teslim) olduk (eslemna) deyin. İman henüz kalplerinize girmiş
değildir. Eğer Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden
hiç bir şeyi eksiltmez. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.”
(Hucurat Suresi; 14)
ALLAH’A VERDİKLERİ AHDE
SADAKAT GÖSTERENLER
Mü’minlerden öyle erkek-adamlar vardır ki- Allah ile yaptıkları ahide
sadakat gösterdiler; böylece onlardan kimi adağını gerçekleştirdi, kimi
beklemektedir. Onlar hiç bir değiştirme ile (sözlerini) değiştirmediler. (Ahzab
Suresi; 23)
ALLAH’A VERDİKLERİ AHDE
SADAKAT GÖSTERMEYENLER
Oysa
andolsun, daha önce ‘arkalarını dönüp kaçmayacaklarına’ dair Allah’a söz
vermişlerdi; Allah’a verilen söz (ahid) ise, (ağır bir)
sorumluluktur. (Ahzab Suresi; 15)
SECDE EDERKEN AĞLAYANLAR
Halkına, namazı ve zekatı emrediyordu ve o, Rabbi katında kendisinden razı
olunan (bir insan)dı. Kitap’ta İdris’i de
zikret. Çünkü o, doğru olan bir peygamberdi. Biz onu yüce bir
mekan (makam)a yükseltmiştik. İşte bunlar; kendilerine Allah’ın nimet verdiği
peygamberlerdendir; Adem’in soyundan, Nuh ile birlikte taşıdıklarımız (insan
nesillerin)den, İbrahim ve İsrail (Yakup)in soyundan, doğru yola
eriştirdiklerimizden ve seçtiklerimizdendirler. Onlara Rahman (olan Allah’)ın
ayetleri okunduğunda, ağlayarak secdeye kapanırlar. (Meryem Suresi; 55-58)
İNFAK
ETTİKLERİNİ BAŞA KAKMAYANLAR VE
İSTEYEREK,
KALPLERİ ÜRPEREREK İNFAK EDENLER
Mallarını Allah
yolunda infak edenler, sonra infak ettikleri şeyin peşinden başa kakmayan ve
eziyet vermeyenlerin ecirleri Rableri katındadır, onlara korku yoktur ve onlar
mahzun olmayacaklardır. (Bakara Suresi; 262)
Yalnızca Allah’ın
rızasını istemek ve kendilerinde olanı kökleştirip- güçlendirmek için mallarını
infak edenlerin örneği, yüksekçe bir tepede bulunan, sağnak yağmur aldığında
ürünlerini iki kat veren bir bahçenin örneğine benzer ki ona sağnak yağmur
isabet etmese de bir çisintisi (vardır). Allah, yaptıklarınızı görendir. (Bakara Suresi Suresi; 265)
Gerçekten, Rablerine olan haşyetlerinden dolayı saygıyla korkanlar,
Rablerinin ayetlerine iman edenler, Rablerine ortak koşmayanlar, Ve gerçekten
Rablerine dönecekler diye, vermekte olduklarını kalpleri ürpererek verenler;
İşte onlar, hayırlarda yarışmaktadırlar ve onlar bundan dolayı öne
geçmektedirler. (Müminun Suresi; 57-61)
Bedevilerden
öyleleri de vardır ki, onlar Allah’a ve ahiret gününe iman eder ve infak
ettiğini Allah katında bir yakınlaşmaya ve elçinin dua ve bağışlama dileklerine
(bir yol) sayar. Haberiniz olsun, bu gerçekten onlar için bir yakınlaşmadır. Allah da onları kendi rahmetine sokacaktır. Şüphesiz Allah, bağışlayandır,
esirgeyendir. (Tevbe Suresi; 99)
FETİHTEN ÖNCE İNFAK EDİP SAVAŞANLAR VE
FETİHTEN SONRA SAVAŞANLAR
Size ne oluyor ki, Allah yolunda infak etmiyorsunuz? Oysa göklerin ve yerin
mirası Allah’ındır. İçinizden, fetihten önce infak eden ve savaşanlar
(başkasıyla) bir olmaz. İşte onlar, derece olarak sonradan infak eden ve
savaşanlardan daha büyüktür. Allah, her birine en güzel olanı va’detmiştir.
Allah, yaptıklarınızdan hâberdardır. Allah’a güzel bir borç verecek olan
kimdir? Artık Allah, bunu onun için kat kat arttırır. Onun için ‘kerim (üstün
ve onurlu) bir ecir vardır. (Hadid Suresi; 10,11)
GÖSTERİŞ İÇİN İNFAK EDENLER ve
İNFAKLARINI CEREME
SAYANLAR
Ey iman edenler, Allah’a ve ahiret gününe inanmayıp, insanlara karşı
gösteriş olsun diye malını infak eden gibi minnet ve eziyet ederek
sadakalarınızı geçersiz kılmayın. Böylesinin durumu, üzerinde toprak bulunan
bir kayanın durumuna benzer; üzerine sağnak bir yağmur düştü mü, onu
çırılçıplak bırakıverir. Onlar kazandıklarından hiç bir şeye güç yetiremez
(elde edemez)ler. Allah, kâfirler topluluğuna hidayet vermez. (Bakara Suresi;
264)
Bedevilerden öyleleri vardır ki, infak ettiğini bir cereme sayar ve sizi
felaketlerin sarıvermesini bekler. Kötü felaket
onları sarsın. Allah işitendir, bilendir. (Tevbe Suresi; 98)
CİMRİLİK
EDENLER
İşte sizler
böylesiniz; Allah yolunda infak etmeye çağrılıyorsunuz; buna rağmen bazılarınız
cimrilik ediyor. Kim cimrilik ederse, artık o, ancak kendi nefsine cimrilik
eder. Allah ise, Ğaniy (hiç bir şeye ihtiyacı olmayan)dır; fakir olan
sizlersiniz. Eğer siz yüz çevirecek olursanız, sizden başka bir kavmi
getirip-değiştirir. Sonra onlar, sizin benzeriniz de olmazlar. (Muhammed
Suresi; 38)
HAYRA
ÇAĞIRAN-MARUFU EMREDİP
MÜNKERDEN
NEHYEDENLER
Sizden; hayra
çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir
topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler
işte bunlardır. (Al-i İmran Suresi; 104)
MÜCAHİDLER
– SABREDENLER
Andolsun, biz
sizden mücahid olanlarla sabredenleri bilinceye (belli edip ortaya çıkarıncaya)
kadar, deneyeceğiz ve haberlerinizi sınayacağız (açıklayacağız). (Muhammed
Suresi; 31)
SAVAŞA
İSTEKSİZ ÇIKANLAR
Rabbin seni
evinden hak uğrunda (savaşa) çıkardığında mü’minlerden bir grup isteksizdi.
(Herşey) Açıkça ortaya çıktıktan sonra bile, sanki kendileri, göz göre göre
ölüme sürükleniyorlarmış gibi, seninle hak konusunda tartışıp duruyorlardı. (Enfal Suresi; 5-6)
SAVAŞTAN GERİ KALANLAR
(Savaştan) Geri bırakılan üç (kişiyi) de (bağışladı). Öyle ki, bütün
genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmişti, nefsleri de kendilerine dar
(sıkıntılı) gelmişti ve O’nun dışında (yine) Allah’tan başka bir sığınacak
olmadığını iyice anladılar. Sonra tevbe etsinler diye onların tevbesini kabul
etti. Şüphesiz Allah, (yalnızca) O, tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir.
(Tevbe Suresi; 118)
ÖZÜRLERİ OLMADIĞI HALDE SAVAŞA GİTMEYENLER
Mü’minlerden, özür olmaksızın oturanlar ile, Allah yolunda mallarıyla ve
canlarıyla cihad edenler eşit değildir. Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad
edenleri oturanlara göre derece olarak üstün kılmıştır. Tümüne güzelliği
(cenneti) va’detmiştir; ancak Allah, cihad edenleri oturanlara göre büyük bir
ecirle üstün kılmıştır. (Nisa Suresi; 95)
SAVAŞMALARINA İZİN VERİLMEYENLER
Kendilerine; “Elinizi (savaştan) çekin, namazı kılın, zekatı verin”
denenleri görmedin mi? Oysa savaş üzerlerine yazıldığında, onlardan bir grup,
insanlardan Allah’tan korkar gibi- hatta daha da şiddetli bir korkuyla- korkuya
kapılıyorlar ve: “Rabbimiz, ne diye savaşı üzerimize yazdın, bizi yakın bir
zamana ertelemeli değil miydin?” dediler. De ki: “Dünyanın metaı azdır, ahiret,
ise muttakiler için daha hayırlıdır ve siz ‘bir hurma çekirdeğindeki ip-ince
bir iplik kadar’ bile haksızlığa uğratılmayacaksınız.” (Nisa Suresi; 77)
KAFİRLERE KARŞI SEVGİ BESLEYENLER
Sizler, işte böylesiniz; onları seversiniz, oysa onlar sizi sevmezler. Siz
Kitabın tümüne inanırsınız, onlar sizinle karşılaştıklarında “inandık” derler,
kendi başlarına kaldıklarında ise, size olan kin ve öfkelerinden dolayı parmak
uçlarını ısırırlar. De ki: “Kin ve
öfkenizle ölün.” Şüphesiz Allah, sinelerin özünde saklı duranı bilendir. (Al-i
İmran Suresi; 119)
Ey iman edenler,
benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları veliler edinmeyin. Siz onlara
karşı sevgi yöneltiyorsunuz; oysa onlar haktan size geleni inkâr etmişler,
Rabbiniz olan Allah’a inanmanızdan dolayı elçiyi de, sizi de (yurtlarınızdan)
sürüp-çıkarmışlardır. Eğer siz, Benim yolumda cihad etmek ve Benim rızamı
aramak amacıyla çıkmışsanız (nasıl) onlara karşı hâlâ sevgi gizliyorsunuz? Ben,
sizin gizlediklerinizi ve açığa vurduklarınızı bilirim. Kim sizden bunu
yaparsa, artık o, elbette yolun ortasından şaşırıp-sapmış olur. (Mümtehine
Suresi; 1)
Mü’minler,
mü’minleri bırakıp da kafirleri veliler edinmesinler. Kim böyle yaparsa,
Allah’tan hiç bir şey (yardım) yoktur. Ancak onlardan korunma gayesiyle
sakınma(nız) başka. Allah, sizi
kendisinden sakındırır. Varış Allah’adır. (Al-i İmran Suresi; 28)
İFTİRAYI
DİLLERİYLE AKTARANLAR
O durumda siz onu
(iftirayı) dillerinizle aktardınız ve hakkında bilginiz olmayan şeyi
ağızlarınızla söylediniz ve bunu kolay sandınız; oysa o Allah katında çok büyük
(bir suç)tür. Onu işittiğiniz zaman: “Bu konuda söz söylemek bize yakışmaz.
(Allah’ım) Sen yücesin; bu, büyük bir iftiradır” demeniz gerekmez miydi? Eğer
iman edenlerden iseniz, bunun gibisine bir daha dönmemeniz için Allah size öğüt
vermektedir. (Nur Suresi; 15-17)
ELÇİYE KARŞI
SAYGILI OLANLAR-OLMAYANLAR
Şüphesiz, Allah’ın
Resûlü’nün yanında seslerini alçak tutanlar; işte onlar, Allah kalplerini takva
için imtihan etmiştir. Onlar için bir mağfiret ve büyük bir ecir vardır.
Şüphesiz, hücrelerin ardından sana seslenenler de, onların çoğu aklını
kullanmıyor. Eğer gerçekten, yanlarına çıkıncaya kadar sabretmiş olsalardı,
herhalde kendileri için daha hayırlı olurdu. Allah, çok bağışlayandır, çok
esirgeyendir. (Hucurat Suresi; 3-5)
DİĞER
MÜMİNLERİ SİPER EDEREK KAÇANLAR
Elçinin
çağırmasını, kendi aranızda kiminizin kimini çağırması gibi saymayın. Allah,
sizden bir diğerinizi siper ederek kaçanları gerçekten bilir. Böylece onun emrine
aykırı davrananlar, kendilerine bir fitnenin isabet etmesinden veya onlara acı
bir azabın çarpmasından sakınsınlar. (Nur Suresi; 63)
İMAN
EDİP HİCRET ETMEYENLER
Gerçek şu ki, iman
edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler
ile (hicret edenleri) barındıranlar ve yardım edenler, işte birbirlerinin
velisi olanlar bunlardır. İman edip hicret etmeyenler, onlar hicret edinceye
kadar, sizin onlara hiç bir şeyle velayetiniz yoktur. Ama din konusunda sizden
yardım isterlerse, yardım üzerinizde bir yükümlülüktür. Ancak, sizlerle onlar
arasında anlaşma bulunan bir topluluğun aleyhinde değil. Allah, yaptıklarınızı
görendir. (Enfal Suresi; 72)
“BİZİ
GÜT” DİYENLER
Ey iman edenler,
“Raina-Bizi güt, bize bak” demeyin. “Unzurna-Bizi gözet” deyin ve dinleyin.
Kafirler için acı bir azab vardır. (Bakara Suresi; 104)
YÜK OLAN-ADALETLE
EMREDEN
Allah şu örneği
verdi: İki kişi; bunlardan birisi dilsiz, hiç bir şeye gücü yetmez ve her
şeyiyle efendisinin üstünde (bir yük), o, onu hangi yöne gönderse bir hayır
getirmez; şimdi bu, adaletle emreden ve dosdoğru yol üzerinde bulunanla eşit
olabilir mi? (Nahl Suresi; 76)
ALLAH HAKKINDA
CAHİLİYYE ZANNINDA OLANLAR
Ey iman edenler,
Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani size ordular gelmişti; böylece
biz de onların üzerine, bir rüzgar ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik.
Allah, yaptıklarınızı görendir. Hani onlar, size hem üstünüzden, hem alt
tarafınızdan gelmişlerdi; gözler kaymış, yürekler hançereye gelip dayanmıştı ve
siz Allah hakkında (birtakım) zanlarda bulunuyordunuz. (Ahzab Suresi; 9,10)
Sonra kederin
ardından üzerinize bir güvenlik (duygusu) indirdi, bir uyuklama ki, içinizden
bir grubu sarıveriyordu. Bir grup da, canları derdine düşmüştü; Allah’a karşı
haksız yere cahiliye zannıyla zanlara kapılarak: “Bu işten bize ne var ki?”
diyorlardı. De ki: “Şüphesiz işin tümü Allah’ındır.” Onlar, sana
açıklamadıkları şeyi içlerinde gizli tutuyorlar, “Bu işten bize bir şey
olsaydı, biz burada öldürülmezdik” diyorlar. De ki: “Evlerinizde olsaydınız da
üzerlerine öldürülmesi yazılmış olanlar, yine devrilecekleri yerlere gidecekti.
(Bunu) Allah, sinelerinizdekini denemek ve kalplerinizde olanı arındırmak için
(yaptı). Allah, sinelerin özünde saklı duranı bilendir. (Al-i İmran Suresi;
154)
İki topluluğun
karşı karşıya geldikleri gün, sizden geri dönenleri, kazandıkları bazı şeyler
dolayısıyla şeytan onların ayağını kaydırmak istemişti. Ama andolsun ki, Allah
onları affetti. Şüphesiz Allah, bağışlayandır, yumuşak olandır. (Al-i İmran
Suresi; 155)
ARAF'TAKİLER
İki taraf arasında
bir engel ve burçlar (A’raf) üstünde hepsini yüzlerinden tanıyan adamlar
vardır. Cennete gireceklere: “Selam size” derler, ki bunlar, henüz girmeyen
fakat (girmeyi) ‘şiddetle arzu edip umanlardır.’ (Araf Suresi; 46)
KALPLERİNDE HASTALIK OLANLAR
Ey peygamberin kadınları, siz kadınlardan herhangi biri (gibi) değilsiniz;
eğer sakınıyorsanız, artık sözü çekicilikle söylemeyin ki, sonra kalbinde
hastalık bulunan kimse tamah eder. Sözü maruf bir tarzda söyleyin. (Ahzab
Suresi; 32)
ALLAH’A “BİR UCUNDAN” İBADET EDENLER
İnsanlardan kimi, Allah’a bir ucundan ibadet eder, eğer kendisine bir hayır
dokunursa, bununla tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne isabet edecek olursa
yüzü üstü dönüverir. O, dünyayı
kaybetmiştir, ahireti de. İşte bu, apaçık bir kayıptır. (Hac Suresi; 11)
KALPLERİ KAYMAK ÜZERE OLANLAR
Andolsun Allah, Peygamberin, Muhacirlerin ve Ensarın üzerine tevbe ihsan
etti. Ki onlar -içlerinde bir bölümünün kalbi nerdeyse kaymak üzereyken- ona
güçlük saatinde tabi oldular. Sonra onların tevbelerini kabul etti. Çünkü O,
onlara (karşı) çok şefkatlidir, çok esirgeyicidir. (Tevbe Suresi; 117)
İMAN EDİP SAPANLAR?
Gerçek şu, iman edip sonra inkâra sapanlar, sonra yine iman edip sonra
inkâra sapanlar sonra da inkârları artanlar… Allah onları bağışlayacak
değildir, onları doğru yola da iletecek değildir. (Nisa Suresi; 137)
"Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim
hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten sen, her şeyi bilen,
hüküm ve hikmet sahibi olansın."
- Bakara, 32 -